Ali Duran Topuz: “Okurun kendisi finans kaynağı olmalı”

Getting your Trinity Audio player ready...

Gazeteci Ali Duran Topuz bir buçuk yıldır Artı Gerçek’in direksiyonunun başında. Ekibiyle beraber kurum içinde birçok değişikliğe imza attı. Avrupa merkezli kurumu İstanbul’a taşıdı; son olarak televizyon yayınını sonlandırma kararı aldılar. Peki tüm bunlara neden ihtiyaç duyuldu?

Topuz ile Artı Gerçek’in yanı sıra 40 yıla dayanmış meslek hayatı olunca, memleketin dünden bu yana dönüşümünün mesleği nasıl değiştirdiğini ve gazeteciliğin dertlerini konuşalım istedik. Adalet ve Kalkınma Partisi öncesi memlekette gazetecilik nasıldı, dezenformasyon yasasının kurumlara etkisi ne? Yalan haberle mücadele için böyle bir yasaya ihtiyaç var mıydı, gazeteciler ne yapmalı?

37 yıllık gazetecisiniz. Ben sizi Radikal gazetesinden anımsıyorum. Sizin nerede başladı gazetecilik faaliyetiniz. 

Deniz Ticaret Gazetesi vardı. 30.000 tirajı olan bir sektör gazetesiydi. Orada söyleşiler yapıyordum. Gemi insanları, armatörler, deniz ticaret firmalarının bürokratları… İstanbul hukuk fakültesinde öğrenciydim o zamanlar.

Doksanların başında, özel radyolarda da çalıştım. En son Sputnik’te radyoculuk yaptım. Yaşam radyo ve Esenyurt radyonun kuruluşunu yaptık. Benim meslekteki hikâyem kuruluşları görmem. Mesela Deniz Ticaret Gazetesi şöyle oldu: Bizim Karadenizli komşular vardı. Onlardan biri “Okuma yazmayı bilen bir genç çocuk arıyorlar. Ali gitsin harçlığı olur” demişti. Gazete yeni kuruluyordu o zaman, yani ben hazırlık prova filan onları gördüm. Sonra Akşam gazetesine başladığımda gazetenin provaları yapılıyordu. Sonra da Radikal’de provalar yapılıyordu. Radikal’den iki kez atıldım. Zaten kesintiyle beraber 15-16 yıl sürdü. Ondan sonra İMC’de çalışıyorken Duvar’ın kuruluş teklifi geldi. Sonra Duvar’ı kurduk.

Duvar sonrası Artı Gerçek-Artı Tv başladı ama birazdan konuşalım onu. 37 yıl çok uzun. Birçok hükümet döneminde gazetecilik yapmışsınız. Adalet ve Kalkınma Partisi öncesine biraz uzanalım. 37 yıl önce ile bugün arasında nasıl bir fark var.

Türkiye medyası başından itibaren hep sorunlu. En sorunlu dönem de 1980 sonrası. Yani büyük sermayenin medyayı domine ettiği dönem. Bir Aydın Doğan bir de Dinç Bilgin dönemi. Bu dönem sendikanın temizlendiği, gazete merkezlerinin plazalara ve şehir dışına taşındığı, muhabirliğin kıymet, yazı işlerinin değer kaybettiği dönem ve elbette reklamcılığın başladığı dönem.

Ve idari görevlilerin gazetenin gerçek patronuna dönüştüğü dönem. Ayrıca, gazeteden kaynaklı gücü kullanıp, siyaset üzerinde etkili bulunarak gazetecilik dışı faaliyetlerle kârlılığını yükselttikleri dönem.

Medya, ’84 sonrası başlayan savaşın içinde barışın gelmemesini isteyecek biçimde bir savaşçı politikayı savundu. Örneğin 1993’te Turgut Özal bir çözüm sürecine giriştiğinde, bütün gazeteler askerleri, silahlı güçleri ve kamuoyunu bu sürece itiraz ve isyan etmeye davet ettiler. DGM’ler eliyle yapılan önce sosyalist hareketleri sonra Kürtlere yönelik hukuksuz uygulamaları canla başla savundular, insan hakları savunucularını sürekli hedef gösterdiler. 

Medyada ekonomik çıkarı da iktidar belirliyor

Peki ya Adalet ve Kalkınma Partisi dönemi?

Sadece Türkiye değil, bütün dünyada dijital dönüşüm çok hızlandı. Bu zaten gazeteciliğin bütün kavramlarını, kurallarını yeniden yazmayı gerektirecek kadar köklü bir değişimdi. Ayrıca, AK Parti iktidarı aldıktan sonra, adım adım, aşama aşama ana akımı iktidar denetimine sokacak politikalar geliştirdi. En sonunda da bu hakimiyet sağlandı. Şu anda medyanın çok önemli bir kısmı doğrudan hükümetin yönetim ve denetimi içerisinde. Öncekinden radikal bir değişiklik yok. Fark şu, ekonomik çıkarı da artık hükümet belirliyor. Ama işte militer anlayış. Sınıf meselelerindeki tarafta tutum. Demokrasi eşitlik ve özgürlük konusundaki gerici tutum devamlılık arz ediyor. 

Şöyle değerlendirmeler var: “Kürt gazeteciler üzerinde her zaman büyük bir baskı vardı. Adalet ve Kalkınma Partisi ile beraber bu baskı tüm gazetecilere yayıldı. Bu dönem öncesinde de elbette Uğur Mumcu, Abdi İpekçi gibi Türk gazeteciler katledildi ya da baskı gördü ama bugün daha sistematik olarak herkes şiddet görüyor.” Katılır mısınız bu tespite?

Bazı düzeltmelerle beraber katılırım. Kürt meselesi ekseninde bakarsak, devletin özenle gözettiği bir hukuksuzluk alanı vardı. DGM’ler eliyle yapılıyordu bu. Sosyalistlere yönelik de geçerliydi. Olağanüstü hukuk uygulaması söz konusuydu. Zaten sistemin kendisi en başta Kürtleri dışarıda tutmak üzere oluşturulmuştu.

AK Parti döneminde bu durum çok da kökten değişmedi. Çözüm süreçlerinde ve AK Parti’nin birinci döneminde 2007-2008’e kadar gelen süreçte demokratik söylemlerde bazı yumuşamalar, genişlemeler oldu ama bu baskı rejimi değişmedi. Ama şu oldu, AK Parti bürokrasideki bütün dirençleri kırıp, bürokrasiye hakimiyeti sağladıktan sonra da medyayı kendi istediği şekilde yeniden dizayn ettikten sonra tüm topluma yayıldı. Sarı basın kartı olmayan gazeteci değildir denilebiliyor. Artık bu güce ulaştı. Yani şu anda bir hakimiyetten, ciddi muhalefetin de olmamasından kaynaklı mutlak baskı var ve bütün topluma yayılmış durumda.

2022 yılının en tehlikeli yasası belki de dezenformasyon yasasıydı. Geçtiğimiz hafta üst üste gazeteciler soruşturmaya uğradı, gözaltı ve tutuklama yapıldı. Bu gidişat nereye varır?

Bu yasa ilk gündeme geldiğinde eski alışkanlıklarla buna “sansür yasası” denildi. Fakat aslında sansür durağını biz çoktan geçmiştik. O yasa çıktığında Sezen Aksu ile ilgili bir tartışma vardı. “Kutsalımızda dil uzatanın dilini keseriz demişlerdi” anımsayın. Bu bir tür dil kesme yasası. Biraz evvel sözünü ettiğim yeni rejiminin çekirdeğini oluşturan devlet hem akademik hem enformatik bilgide mutlak bir tekel kurmak istiyor.

O bilginin ne olduğunun kararını; bağımsız, serbest ya da saha içerisinde faal olan kişilere bırakmadan her kademede kendisi vermek ve yürütmek istiyor. O düzenin dışında işler yapmaya yönelenleri susturmak istiyor. Yani dolayısıyla sansürün daha ilerisindeyiz. Aslında bu yasadan beklenen buydu.

Aslında “yalan haber yayılmasın” demek kulağa hoş geliyor. Gerçekten de sosyal medya araçlarının güçlenmesiyle yalan haber üretimi çok arttı. Gerçekten bir düzenleme şart değil mi?

Sorunların nasıl çözüleceğine aktörlerle beraber karar verebiliriz. Örneğin matbaa ve buharlı makine ile buluştuk. Demir yolları oluştu. Kara yolları hızlandı, gazetecilik icat oldu. Gazeteciliğin icat olmasıyla ırkçılık ve bazı ayrımcılık biçimleri de icat oldu. Bunlara yönelik sorunlara, o alanda faaliyet gösterenlerle beraber çareler bulundu, gazetecilik usulleri geliştirildi, haber kuralları oluşturuldu, protokoller oluşturuldu. Şimdi de benzer sorunlarla karşı karşıyayız. Yeniden yeni medya alanı oluşuyor, dijital alan bu. 

Nasıl ki okur yazar diye kategori oluştu. Bu şimdi kökten değişiyor. Herkesin okur yazar olabileceği, herkesin enformatik faaliyet içinde bulunabileceği çok geniş kaotik bir alan. Meslek kurallarına uygun biçimde hareket edenlerin hem güç hem imkân hem de saygınlıklarını koruyabilecek oluşumların bulunması lazım. Buna bakılmıyor, bununla ilgilenilmiyor. 

Hatta aslında o dezenformasyon ve dezenformasyon imkânlarını bizzat iktidar kendisi kullanıyor. Seçim süreci içerisinde gördük işte. Montaj videolar ile Kemal Kılıçdaroğlu suçlandı. Cumhurbaşkanı bizzat “ama montaj ama değil gençler iyi bir şey yapmışlar” dedi. Çünkü arzuladığı sonucu doğuruyordu. Dolayısıyla dijital medyanın yarattığı sorunlara çare bulmak için kamu otoritesinin, yani devletlerin de içinde olduğu kanunlar, kurallar, mekanizmalar kurmak lazım. Ama bunu iktidara tabi olmayanları dışlayarak yapmak istiyorsanız eğer siz o zaman gazetecilikle ilgili bir düzenleme değil başka bir şeyin peşindesinizdir. Zaten pratikte de öyle oluyor.

Uzaktan çalışma fikri tartışmalarda kayıp yaratıyor

Artı Gerçek/Artı TV 2017’de kuruldu. Türkiye o yıl demokrasi açısından pek de parlak değildi. Kurumun merkezi Almanya olarak belirlendi. Bugün de parlak dönemler yaşamıyoruz. Ama İstanbul’dasınız. Bu değişim neden?

Bunu ben de bilmiyorum. Ben görev için davet edildiğimde, konuştuğumuzda, Türkiye içerisinde iyi gazetecilik imkânlarının çok kısıtlandığını, buna karşılık Türkiye dışında da geniş bir gazeteci nüfusunun oluşmaya başladığını ve bu imkânları kullanarak yol yürümek istediklerini söylediler. Böyle planlanmış. Eldeki imkânlar o olduğu için öyle gelişmiş anladığım kadarıyla. Sürgünde ya da gurbette, gazetecilik yaptığın atmosferin dışında olduğun bir yerde, gazeteciliği yapacağın yerin birçok özelliğini gözden kaçırırsın. Çünkü mesele sadece olan olaylar ve onların enformasyonunun aktarılması ya da yorumunun yapılması değil, aynı zamanda onlara eşlik eden atmosferdeki olayların duygusal-düşünsel olarak da algılanabilmesi gerekir. Dolayısıyla bana teklif ettiklerinde ben işin hedeflerine, yani demokratik ana akım gazetecilik hususlarına uygun biçimde Türkiye’nin içerisinden yapılması gerektiğini düşündüğümü söyledim. Burada mutabakat da sağlanınca o süreç başlamış oldu. Birlikte çalışacağım ve gazeteyi oluşturulacak heyetin çalışma birimlerinin, bulunduğum yerde olmasını doğru bulduğumu söyledim. Bu kadar basit aslında. 

Pandemi sonrası evden çalışma yaygınlaştı. Hatta birçok kurum eve döndü. “Herkes Mersin’e giderken ben neden tersine gidiyorum” diye düşündünüz mü hiç?

Pandemide epey tecrübe ettik. Uzun ve sıkıntılı bir deneyimdi. İki önemli sorun çıktı. Biri editoryal faaliyet. Haber üretimi bir ölçüye kadar yapılabiliyor. Editoryal faaliyet masabaşıdır, her zaman öyledir ama yan yana olmayınca örneğin fikri tartışmalarda kayıp yaşanıyor. Fikir üretimiyle ilgili eksiklikler yaşanıyor. Bunu şöyle tarif edebilirim, bir gazetede herkes evinde çalışıyorken o gazetenin stajyer yetiştirme imkânı hemen hemen hiç yok. Çünkü çalışma ortamı içerisindeki duygusal dalgalanmalar dahil olmak üzere tartışmaları, gelişmeleri, kavgaları, sevinçleri, mutlulukları ve mutsuzlukları görebilmesi gerekiyor bir stajyerin ki mesleğin inceliklerine ve boyutlarına vakıf olabilsin. 

Masabaşında bireysel becerilere dayalı işler çıkarılabilir. Ben böyle çok sahacı gazetecilerden değilim. Saha tabii ki çok önemli, haberin çok önemli bir kısmı sahada elde edilen verilerle oluşturulur ama haber aslında masabaşında yazılan bir şeydir. Son hâli haberin daima masabaşında şekil alır. Masabaşı küçümsenecek, dışlanacak bir şey değildir ve bu da hep uzaklık gerektirir. Dünyanın ya da ülkenin her yerinden muhabirlerle çalışabilirsin. Onlar bilgileri verileri aktarırlar. Ama hep bir merkez vardır. Yan yana olmak hâlâ daha önemli. 

Geçtiğimiz sene bir nöbet değişimi yapıldı Artı Gerçek’te. Ne hedefliyor, ne değiştirmek istiyordunuz. Neyi değiştirebildiniz?

Aslında konuştuğumuz konu. Geldiğimde hem gazete hem televizyon için yarısı burada, yarısı Avrupa’da olan ikili bir yapı vardı. Bunun getirdiği sorunları çözmek epey zaman aldı. Ayrıca ikisi birbirinden farklı mecralar ve kendi mikro tarihi içerisinde siteyle televizyonun bağları da kopmuştu. Bu ikili yapıdan kurtulmak önemli bir sorundu. Kendi başına önemli sorunlardan bir tanesi de karasal televizyon yayıncılığı. Çok büyük masraf gerektiren, büyük organizasyon gerektiren bir yayıncılık biçimi. Sürekli mali ve maddi sorunlarla boğuşmayı getiren bir yanı var. Türksat’da da değilseniz, yani evlerde hazır kurulu televizyonları açtığınızda yaptığınız kanal oralardan çıkmıyorsa hem izlenmenizi ölçemezsiniz hem de ne yaparsanız yapın, zaman içinde izlenmeniz düşecektir, çift çanak çağları da geçiyor. Dijital platformların da güçlenmesiyle insanlar televizyonlara ulaşmak için çaba sarf etmiyorlar. Böyle olunca da zaman içerisinde sizin ulaşabileceğiniz kitle azalıyor. Yani başarılı ya da başarısız olmanız önemli değil. Onun dışındaki sorunlar da öne çıkıyor. Nitekim bu mesele etrafındaki tartışmalar bizi uydu yayından vazgeçirme kararı aldı.

“Okurun kendisi finans kaynağı olmalı”

Haber çok pahalı bir şey. Sizin ayakta kalma, ekonomik baskılardan etkilenme durumunuz nedir?

Sanıyorum mesleği ciddiye alarak işi düzgün yapmak isteyen diğer kurumlarla büyük bir farkımız yok. Dertler sorunlar ortak. Bütün gazetecilerin sürekli üstünde düşünmesi ve çare bulması gereken şey bu. Aslında okurun kendisinin doğrudan finans kaynağı, fonlayıcı hâline gelebilmesi gerek. Yeterli sayılara ulaşabilmek için, aynı zamanda o gazetecilik faaliyetini sürdürmek gerekiyor. 

Basın İlan Kurumu aslında gazeteleri desteklemekle yükümlü…

Basın İlan Kurumu iktidar kontrolünde, istemediği kurumlara ilan vermiyor.

Dezenformasyon yasası havuç sopa olayı gibi. Tamam “sansür yasası” denilebilir ama dijitali besleyecek maddeleri de vardı.

İktidarın komiserlik denetimini kabul ederek reklama razı gelmeniz gerek. Zaten aksi mümkün olsaydı, konvansiyonel gazetelerde reklam desteği bu hâle gelmezdi. Örneğin Evrensel gazetesi. Evrensel’in hak ettiği destek kesildi; iyi gazetecilik yaptığı ve komiserlik mantığına teslim olmadığı için. Dolayısıyla oradan gelir beklemek hiç akıllıca değil zaten.

Subscribe
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Erhan
Erhan
5 ay önce

Başarılar diliyorum
Ali Topuz sevdiğim biri. Güzel bir söyleşi olmuş. Tebrikler

İlginizi çekebilir