Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nde yer aldığı üzere gazeteciler; “şiddeti haklı gösterici, özendirici ve savaşı kışkırtıcı” yayın yapamazlar, “insanlar, uluslar ve topluluklar arasında nefreti, düşmanlığı körükleyici” yayından kaçınmak zorundadırlar. Türkiye’de böyle bir yayıncılık anlayışı ana akımda (hatta muhalif yayınların çoğunda da) yok. Ne Filistin sorunu ne Kürt sorunu bağlamında ne Karabağ’da ne Ukrayna’da ne de dünyanın dört bir yanında süregiden savaşlar ve şiddet olayları bağlamında yukarıdaki anlayışla yayıncılık yapılıyor. Hemen hepsinde şiddetin tırmanmasından mesut, şiddeti tırmandırmaya hevesli bir tarafgirlik izliyoruz. İçlerinde iyi iş çıkarmaya uğraşanlar olsa da çoğu zaman başarısız oluyorlar ve nihayetinde iktidar tarafından (muhalifler de kendi meşreplerine uygun) empoze edilen bir ideoloji, yanıltıcı bir propaganda çerçevesinde şiddet çığırtkanlığı ve taraflı habercilik yapıyorlar.
Hamas’ın “Aksa Tufanı” adıyla İsrail’e karşı başlattığı “savaşı”, başvurdukları şiddeti haklı göstermeden, özendirmeden, kışkırtmadan, ideolojik dayatmalara ve tarafların propagandasına dirençli bir şekilde nasıl haberleştirip nasıl anlatacağız? Açmaz şu ki gazeteciler sadece olan biteni yazmakla yetinemezler, olan biteni bağlamıyla analiz ederek de anlatmak zorundalar. Bu çaba çerçevesinde olumlu bulduğum bazı örnekleri aşağıda paylaşıyorum.
İngiliz Sky News televizyonu 7 Ekim günü İsrail’den çok sayıda yorumcuyu, İngiltere’den de hükümet temsilcilerini yayına aldı. Benim izlediğim yaklaşık 6 saatlik yayın dilimi sırasında Filistin’den ise tek bir sesi ekrana çıkardılar: Batı Şeria’da Ramallah’ta bulunan Filistin Ulusal İnisiyatif Partisi’nin (Al Mubadara) lideri Mustafa Barghouti. Barghouti’yi Hamas ideolojisini desteklemediğini bildikleri, ılımlı bir ses olduğunu düşündükleri için yayına aldılar. “Filistinlilerin de kendini savunma hakkı vardır” diyen Barghouti, gazetecilerin o ana dek Sky News’te yapmadığını yaptı ve yaşanan şiddeti bağlamıyla analiz ederek anlattı:
“Bana göre olup biten, İsrailli yerleşimcilerin Filistinlilere yönelik benzeri görülmemiş düzeydeki saldırılarına, İsrail’in Aksa camisine yönelik benzeri görülmemiş düzeydeki saldırılarına ve Filistinlilerin eşi benzeri görülmemiş düzeylerde öldürülmesine karşı Filistin’in açık bir tepkisidir. Yılın başından bu yana İsrail askerleri ve yerleşimciler tarafından 40’ı çocuk olmak üzere 248 Filistinli öldürüldü ve dünya toplumu, modern tarihin en uzun süren işgalini durdurmak için hiçbir şey yapmadı. 56 yıllık işgale, 75 yıllık etnik temizliğe dünya kamuoyu sessiz kaldı. Ekranınızda İngiltere’nin İsrail’in kendini savunma hakkına sahip olduğunu söylediğini görüyorum. Peki ya Filistinlilerin kendilerini savunma hakkı? İşgal altında olan biziz, kuşatma altında olan biziz, yerinden edilen biziz. 1948’de Filistinlilerin yüzde 70’i yurtlarından ayrılmak zorunda kaldı. Zulme uğrayan biziz. Yani bugün gördüğünüz şey bir tepki. Bu durumdan çıkış yoluysa çok basit: İsrail’in, Filistin topraklarını yasa dışı askeri işgaline yol açan işgale son vermesi.”
Benzer bir bağlam içinde değerlendirme çabasını İran ile Obama yönetimi arasındaki nükleer müzakere sürecinde büyük katkıları bulunan, eski Ulusal İran Amerikan Konseyi Başkanı Trita Parsi’nin şu sosyal medya paylaşımında da bulmak mümkün:
“Hayır, bu İsrail’in en büyük istihbarat hatası değildi. En büyük istihbarat başarısızlığı, başka insanları kalıcı olarak işgal ederken barış içinde yaşayabileceğine inanmaktır. Bunu yazmak da şiddeti meşrulaştırmak değil, barış ve işgalin uzun vadede hiçbir zaman bir arada var olma eğiliminde olmadığını teslim etmektir. İsrail’i eşzamanlı olarak işgalden vazgeçmeye zorlamadan yalnızca İsrail’in kendini savunma hakkı olduğunda ısrar etmek, nihayetinde İsrail’e fayda sağlamaz. Yalnızca bu yıkıcı şiddet döngüsünün -döngüden çıkış giderek azalırken- devam etmesini sağlar.”
ABD merkezli Uluslararası Ortadoğu Anlama Merkezi’nin “İsrail ve Filistin’deki son şiddet hakkında bilmeniz gereken 5 şey” başlıklı analizi de bu bağlamda dikkate değer. Sadece beşinci maddeyi paylaşıyorum:
5. Tüm Filistin/İsrail’deki sorunun kaynağı, İsrail’in 1948’de kurduğu acımasız askeri işgal ve apartheid sistemidir.
Uluslararası Af Örgütü’nün ifadesiyle: “İsrail, 1948’den bu yana Filistinlilerin yaşamları üzerinde kontrol uyguladığı her yerde, Yahudi İsraillilerin yararına, Filistin halkına yönelik kurumsallaşmış bir baskı ve tahakküm rejimini (apartheid sistemi) kurdu ve sürdürdü.” Şiddete son vermenin tek yolu İsrail’in işgaline ve apartheid sistemine son vermektir.
Son örnek olarak bu kez bizzat İsraillilerin sesine yer vermek istiyorum. İkinci İntifada’nın başlangıcından bu yana İsrail ordusunda görev yapmış ve halkı İşgal Altındaki Topraklardaki günlük yaşamın gerçekleriyle tanıştırmayı görev edinmiş kıdemli askerlerden oluşan ve “çalışmalarımız işgale son vermeyi amaçlıyor” diyen “Sessizliği Kırmak” adlı kuruluşun sosyal medya paylaşımları çarpıcı:
“Hamas’ın saldırısı ve dünden bu yana yaşananlar anlatılacak gibi değil. Onların zalimce ve suç teşkil eden eylemleri hakkında konuşabilir veya Yahudi üstünlüğü yanlısı hükümetimizin bizi bu noktaya nasıl getirdiğine odaklanabiliriz. Ancak eski İsrail askerleri olarak bizim görevimiz, ne yapmak üzere gönderildiğimizi konuşmaktır.
İsrail’in güvenlik politikası onlarca yıldır ‘çatışmayı yönetmek’ oldu. Birbirini izleyen İsrail hükümetleri, sanki herhangi biri bir fark yaratacakmış gibi, ardı ardına şiddet uygulanmasında ısrar ediyor. ‘Güvenlik’ten, ‘caydırıcılıktan’, ‘denklemi değiştirmekten’ bahsediyorlar.
Bunların hepsi, Gazze Şeridi’ni bombalamanın kod sözcükleridir; her zaman teröristleri hedef almakla meşrulaştırılır, ancak her zaman ağır sivil kayıplar da yaşanır. Bu şiddet olayları arasında Gazzelilerin hayatını imkânsız hâle getiriyoruz, sonra her şey kızıştığında şaşırmış gibi davranıyoruz.
Birleşik Arap Emirlikleri ve şimdi de Suudi Arabistan ile ‘normalleşme’den bahsediyoruz, arka bahçemize inşa ettiğimiz açık hava hapishanesine dünyanın göz yummasını umuyoruz. Akıl almaz insan hakları ihlallerinin yanı sıra, kendi vatandaşlarımız için de büyük bir güvenlik sorumluluğu yarattık.
İsraillilerin hepsinin sorduğu soru şu: Askerler dün neredeydi? Yüzlerce İsrailli evlerinde ve sokaklarda katledilirken IDF neden görünüşte yoktu? Talihsiz gerçek şu ki, onlar ‘meşgul’lerdi.
Yerleşimcilerin Filistin şehri Nablus’a saldırılarını güvence altına almak, El Halil’de Filistinli çocukları kovalamak, yerleşimcileri pogromlar gerçekleştirirken korumak için asker gönderiyoruz. Yerleşimciler Huwara sokaklarından Filistin bayraklarının kaldırılmasını talep ediyor; bunun için askerler gönderilir.
Ülkemiz onlarca yıl önce, yerleşimci-mesihçi bir gündem uğruna işgal altındaki milyonlarca sivil nüfus üzerindeki kontrolü sürdürmek uğruna kasabalarımız ve şehirlerimizdeki vatandaşlarının güvenliğinden vazgeçmeye istekli olduğuna karar verdi.
Hiçbir zaman çözmek zorunda kalmadan ‘çatışmayı yönetebileceğimiz’ fikri bir kez daha gözlerimizin önünde çöküyor. Şimdiye kadar ayakta kaldı çünkü çok az kişi buna meydan okumaya cesaret edebildi. Bu yürek parçalayıcı olaylar bunu değiştirebilir. Yapmalılar. Nehir (Şeria) ve deniz (Akdeniz) arasındaki hepimiz için…”
Yukarıda verdiğim örneklerin yayınlandığı gün, 9 Ekim Pazartesi sabahı itibariyle İsrail’de ölü sayısı 44’ü asker olmak üzere en az 700’ü aşmıştı. İsrail’in hava saldırılarının hedef aldığı Gazze’de ise yetkililer en az 413 kişinin öldüğünü bildirmiş durumda. Savaş uzun sürecek ve daha çok insan ölecek. Gazeteciler olarak insani hukukun sivilleri hedef almayı veya ayrım gözetmeksizin onlara ateş açmayı savaş suçu saydığını bilmek ve hem Hamas’ın hem de İsrail hükümetinin işlediği, işlemekte olduğu ve işlemeye devam edeceği anlaşılan suçlarını ifşa etmek zorundayız.