Yıllardır yazdığım, anlattığım konunun filmini yapmışlar: Kültür-sanat gazeteciliği, eleştiri ve çıkar çatışması… 2023 Toronto Film Festivali’nde premierini yapıp geçtiğimiz aylarda vizyona giren The Critic, 1930’lar Londra’sında tiyatro eleştirmenliği yapan Jimmy Erskine (Ian McKellen) hikâyesini anlatıyor.

The Critic: Eleştirmenliğin altın çağı
Daily Chronicle’da yazılar yazan Jimmy, dönemin çok popüler ve başarılı bir tiyatro eleştirmeni. Bu bile 100 sene öncesiyle günümüz arasındaki temel bir farka işaret ediyor. 100 sene önce günlük bir gazete maaşlı bir tiyatro eleştirmeni istihdam edebiliyor ve bir tiyatro eleştirmeni çok meşhur olabiliyor. Bugün, en azından Türkiye’de, ne bir gazete tam zamanlı bir tiyatro eleştirmeni çalıştırabilir ne de herkesin tanıdığı yıldız bir tiyatro eleştirmeni diye bir şey olabilir.
Filmde Bay Erskine acımasız eleştiri yazılarıyla biliniyor. Herkesin beğendiği oyunları bile beğenmiyor. Nabza göre şerbet vermiyor. Fakat herkes adama saygı duyuyor; kimse nesnelliğinden şüphe etmiyor. Eleştirileri sert olabilir ama asla haksız değil. “Tiyatro eleştirmeni, getirmesi gereken yargı nedeniyle korkulur ve kötülenir. Ancak gerçek gereklidir. Eleştirmen soğuk ve tamamen yalnız olmalıdır. Sadece büyükler hatırlanır.” diyor Bay Erskine açılış sahnesinde. Yani büyük olmanın yolu objektif, soğuk ve yalnız olmaktan geçiyor. Belki günümüzde neden büyük eleştirmen ve iyi eleştiri olmadığının cevabı biraz da burada yatıyor.
Soğuk ve yalnız olmanın gerekliliği
Benim gördüğüm kadarıyla bugün kültür-sanat gazetecileri soğuk ve yalnız olmak yerine, tam tersine, kültür-sanat camiasıyla sıcak ve sosyal oluyor. Kültür-sanat gazeteciliğini her albümü her konseri beğenen editörler, rockstar’larla ilişkilerini bozmayacak eleştiriler yazan eleştirmenler, yeni albüm röportajından öteye pek bir şey üretmeyen muhabirler yapınca da hâliyle, filmdeki Jimmy Erskine gibi, “büyük” eleştirmenler çıkmıyor. Bir eleştirmen ya da gazeteci olarak “soğuk ve yalnız” olmanın zor olduğunu biliyorum ama mesela iyi bir cerrah olmak için de soğuk olmak gerekir. İyi eleştirmen ile sıradan eleştirmen arasındaki farkı bu açıklıyorsa belki bu meslek için olması gereken de budur.
Bay Erskine ile bir tiyatro oyuncusu arasında şöyle bir diyalog geçiyor:
– Sizden bir özür istiyorum.
– Fikrimi ifade ettiğim için mi?
– İfade etme biçiminiz, kabalığınız ve saygısızlığınız için…
– Benim önemli görevlerimden biri de okuyucuyu eğlendirmektir.
– Bana mal olarak mı?
– Sadece sen değilsin, değil mi? Yılda yarım milyon kelime yazıyorum, 12 tanesi seni rahatsız ettiği için üzgünüm.
Özür dilemiyor. Yazdıklarını, gayet haklı bir şekilde, ifade özgürlüğü olarak değerlendiriyor. Bay Erskine, 1930’larda bile, İngiltere’nin standartlarını düşürüyor olmasından veryansın ediyor. Oyunlara ve oyunculara sert eleştiriler getirerek standartları korumaya çalışıyor. Oyuncular da o standartları yakalamak istiyorlar ama yapamıyorlar. Aslında hepsi Bay Erskine’in sert eleştirilerini alttan alta haklı buluyorlar.
Bir noktada, bir aile gazetesi olan Daily Chronicle’ın sahibi ölünce yerine oğlu geçiyor. Yeni patron Bay Erskine’e sesini biraz kısmasını salık verdiğinde Bay Erskine “İnsanlar beni bu yüzden okuyor.” diye cevap veriyor. Gerçekten, benim de deneyimim bu yönde ki, sert ve farklı üsluplarla yazılmış yazılar daha çok okunuyor. Bu bağlamda süperstar bir eleştirmene söylenecek son şey üslubunu yumuşatması gerektiğidir.
Eleştiri: Sanatı geliştirmek mi, yoksa güç gösterisi mi?
Filmin ikinci yarısında Bay Erskine, gazetedeki işini korumak için oyunculardan biriyle Faust-vari bir anlaşma yapıyor. Unutmayalım ki yıldız bir tiyatro eleştirmeni olarak Bay Erskine yazdığı değerlendirmelerle kariyerleri yükseltebilecek veya yok edebilecek kadar büyük bir güce sahip. Sonra entrika, intikam, cinayet, gizem derken kaçınılmaz sona doğru gidiyoruz. Eleştiri sanatın gelişimine hizmet etmek için mi var, yoksa kişisel hırsların bir aracı olarak mı? Ya da ikisi birbirine karışırsa ne olur?
Medyadaki çıkar çatışması konusuna dair şu kıyası ilginç buluyorum. Mesela spor medyası da, spordaki ekonomik pasta çok büyük olduğu için, çıkar çatışmasına tabidir. Yani birçok yıldız spor gazetecisi gücünü camialara satıp karşılığında maddi ve manevi fayda sağlayabilir. Fakat futbol yorumcuları, kültür-sanat medyasında olduğu gibi, desteklediği kulübün yaptığı her şeyin iyi olduğunu ya da her maçta takımın mükemmel oynadığını söylemiyor; aksine, sürekli bağırıp çağırarak takımı yerden yere vuranlar bile var. Hatta, Bay Erskine’in dediği gibi, sert bir üslupla acımasız yorumlar yapanlar daha çok izleniyor. Tuttukları takıma sert çıkmalarının bir sebebi, yine Bay Erskine’in söylediği gibi, tuttukları takımın rekabet standardını yükseltmek istemeleri. Bu yüzden bir kültür-sanat gazetecisinin her albüme her konsere sürekli olumlu değerlendirmeler yazması kültür-sanata yapılmış bir kötülüktür. Fakat sistem kısa vadeli çıkarlar üzerine kurulu olduğu için herkes kısa vadede daha fazla dinleme ve izlemenin peşine düşüyor, kimse uzun vadede sanatın gelişmesiyle ilgilenmiyor.
İşin doğrusu, ben The Critic’i bir suç ve gizem filmi olarak vasat buldum ama kültür-sanat gazeteciliğindeki çıkar çatışması meselesini ele alışını beğendim. Dolayısıyla konuyla ilgilenmeyenleri belki pek sarmaz ama medyacıların ilgisini çekecektir.









