Kültür-sanat gazeteciliği ve çıkar çatışması

“Kültür-sanat gazeteciliğinin düşüşü” dediğimiz zaman çoğu kişinin aklına kültür-sanat sayfalarının küçülmesi, azalması, hafta sonu eklerinin kapanması, siyasi baskı ve benzeri şeyler geliyor. Fakat kültür-sanat gazeteciliğindeki çıkar çatışması meselesine fazla değinilmiyor. Meslekten gazeteci olmamakla birlikte, 10 yılı aşkın bir süredir birçok ulusal mecrada köşe yazarlığı yaptığımdan medya sektörünün biraz içinde biraz dışındayım. Biraz dışında olduğum için de meselelere nispeten daha objektif bakabildiğimi düşünüyorum. Çünkü tamamen içinde olanlar bu konu hakkında büyük ölçüde sessiz…

Günlük herhangi bir gazetenin kültür-sanat sayfasını gözünüzün önüne getirin: yeni albüm çıkarmış çok bilinen bir grup ile yarım sayfalık söyleşi, o akşamki bir konserin bilgileri, hafta sonu olacak bir festivalin duyurusu, yeni açılan bir sanat galerisinin kısa tanıtımı, ünlü bir yazarın imza günü duyurusu ve kenarlarda 2-3 albüm/kitap tanıtımı vesaire. Çoğu kültür-sanat sayfası üç aşağı beş yukarı böyle… Bu jenerik şablon, kültür-sanat sayfalarının genelde gazetelerin az okunan sayfalarından olmasının sebeplerinden biri.

Çıkar çatışmasının nedenleri

George Orwell’e atfedilen “Gazetecilik, birilerinin yazılmasını istemediği haberleri yazmaktır; gerisi halkla ilişkilerdir” diye bir söz vardır. Festival duyurusu veya yeni albüm tanıtımı gibi konuların gerçek bir haber değeri olmadığından kültür-sanat sayfalarının aslında PR sayfaları olduğunu söyleyebiliriz. Eğer editör ve muhabirler bu tanıtımları yapmasalardı müzik şirketleri bu tanıtımların yapılması için reklam bütçesinden para harcayacaktı. Gelin görün ki kültür-sanat sayfaları sayesinde müzik şirketleri ve yayınevleri para harcamadan reklam, tanıtım ve halkla ilişkiler işlerini yapabiliyor. Dolayısıyla çıkar çatışmasının birinci kaynağı, şirketlerin normalde parayla yaptıracağı reklamın kültür-sanat sayfalarında “haber” kisvesi altında bedavaya yapılıyor olması.

Çatışmanın bir diğer nedeni ise gazetecilerin kültür-sanat camiasındaki insanlarla kurduğu ilişki biçimi. Örneğin; ekonomi muhabiri bir arkadaşın Akbank’ın açılış kokteylinde, Getir’in kutlama resepsiyonunda, Limak’ın gezisinde boy gösterdikten sonra bu şirketlerle ilgili objektif ve eleştirel haber yapması beklenemez, değil mi? Bu yüzden itibarlı gazetecilerin bunları yapması hoş karşılanmaz, doğru olmaz. Fakat bir kültür-sanat muhabirinin kulislerde viski içmesi, müzik şirketlerinin bahçelerinde poz vermesi, davetli olarak gittiği festivallerden hikâye paylaşması nedense o kadar göze batmıyor. Yani kültür-sanat muhabirleri, bir şekilde, diğer muhabirlerden beklenen gazetecilik kurallarından muaf tutuluyor adeta.

Mesela bir teknoloji muhabiri bir şirketten, “hediye” olarak, bir akıllı telefon aldıktan sonra o şirketle ilgili “yazılması istenmeyen haberler” yaz(a)maz. Yazarsa bir daha benzer hediyeler alamaz. Eğer hediyelerin devamının gelmesini istiyorsa o markaya karşı tutumunun sert olmaması gerekir. Bu şekilde akıllı telefondan tablete, televizyondan airfryer’a, evini teknolojik cihazlarla döşeyen teknoloji editörleri olduğunu biliyorum.

Doğruya doğru; kitlelerin hayran olduğu rock yıldızlarıyla söyleşi vesilesiyle tanışmak, akşamında kulise girmek, sonrasında telefonla hâl hatır sormak, arkadaş olmak, yani göz önünde bir camia olan kültür-sanat camiasının bir şekilde içine girmek çoğu genç arkadaşa çekici geliyor. Hiçbir sanatçı, muhabir arkadaşa doğrudan “seni festivale, konsere, kulise davet ediyoruz ama yeni albüm hakkında kötü şeyler yazma, olur mu?” demiyor. Bu kadar açık bir alışveriş olmadığı için de kimse kendinde kabahat bulmuyor. Sanatçı editör arkadaşına ya da muhabire birtakım iyilikler yapıyor, muhabir de zaten beğendiği albümleri yüksek puanlarla notluyor. Müzisyen ile gazeteci arasındaki bu sosyal ilişki yapım şirketlerinin de işine geliyor; sonuçta paranın en büyüğünü kazananlar onlar. Tıpkı “doktor-ilaç mümessili” ilişkisinde olduğu gibi…

Her zaman böyle miydi?

Serbest piyasa kapitalizminde ürün veya hizmet satan hiç kimse sert eleştiriye maruz kalmak istemez. Bu yüzden süper zenginler medyayı satın alıp haberlerin içeriğini kontrol etmek ister (bkz. Succession dizisi). Seksenli yıllara kadar kültür-sanat medyası kültür-sanat sermayesi tarafından henüz tam manasıyla satın alınmamıştı. Mesela yetmişlerde müzisyen ve menajerler Rolling Stone muhabirlerinden korkar; konserlerine gelsin, albümlerini incelesin istemezmiş (dolayısıyla bedava albüm ya da konser davetiyesi de yollamazlarmış). Bağımsızlık ancak bu şekilde sağlanır. Nitekim o zamanlar daha kaliteli ve gerçek eleştiriler yazılırmış.

Kültür-sanat medyasında, ortalama ve üzeri sanatsal çıktılara hak ettiğinden yüksek puan verildiğini ve ortalama altı çıktıların da medyadan filtrelendiğini gözlemleyebilirsiniz [özellikle yerecekleri albümleri seçen Kanlı Teneke bu konuda istisnai örneklerden biri ama onlar da fanzin oldukları için bunu yapabiliyorlar]. Gazetelerde çoğunlukla iyi albüm ya da iyi konser/festival eleştirisi okursunuz. Ama, misal, ekşisözlük’te katılımcılar aynı festivali yerden yere vuruyordur. Mor ve Ötesi’nin şu stadyum konserinin gerçek eleştirisi sadece sosyal medyadaki kişisel paylaşımlarda ve ekşisözlük gibi görece demokratik forumlarda yapıldı.

Konser, albüm ya da festival hakkında kötü şeyler yazılamıyor olmasının, yani çıkar çatışmasının, bir diğer nedeni de “tayfacılık.” Küçük camialarda aykırı konuşanlar kolayca aforoz edilir. Daha evvel, davalık olduğumuz, MilyonFest yazısında belirttiğim üzere; çok saygın müzik eleştirmenleri dahi eğer gerçekleri yansıtan olumsuz yorumlar yaparlarsa bir daha o festivale davetiye almadığı gibi kendi bilet alıp gittiğinde korumalar tarafından içeri alınmayabiliyor (normalde bu yasaya da aykırı aslında). Hâl böyle olunca kültür-sanat medyasında hep iyi albümler, hep iyi konserler, hep iyi tekliler, hep iyi resimler, hep iyi kitaplar, hep iyi haberler okuyorsunuz.

Bağımsız kültür-sanat medyası bir hayal mi?

Ezcümle, bugün kültür-sanat medyası kapitalist şirketler tarafından satın alındığı için sığ, yapay ve okuru düşünmeye itmeyen içerikler üretiyor. Mekanizmanın nasıl çalıştığı daha ayrıntılı incelenebilir ama bu sorunu kabul etmeden çözüm de üretilmez. Bazı saygın medya kuruluşlarının uyguladığı politikalara bakacak olursak eğer; bunlardan biri asla “hediye” kabul etmemek. Örneğin, dünyanın en çok okunan gazetelerinden biri olan The Guardian’ın teknoloji editörü iPhone’un bir modeline “büsbütün çöp” diyerek üç yıldız verebilmişti. Bugün Apple’ın herhangi bir ürününe yüksek medyada ulu orta “büsbütün çöp” dendiğini duymak ihtimal dışı gibi geliyor bizlere. Bunu ancak sermaye sınıfına bağlı olmayan bir halk gazetesi olmak sağlar. Teknolojik cihazları şirketten bedava alanlar büsbütün çöp olan cihazlara büsbütün çöp diyemediği gibi festivale davetli olarak giden muhabirler de o festivale büsbütün çöp diyemez.

Bir diğer uygulama: Festival, konser, albüm vb. masrafların gazete/dergi tarafından karşılanması. Eğer festivale çalıştığınız kurumun finansmanıyla gidiyorsanız istediğiniz gibi eleştirisini yazabilirsiniz. Fakat bu kültür-sanat gazeteciliğini epey maliyetli hâle getirir. Bu da özellikle düşük tirajlı gazetelerin bütçesini zorlayacaktır. Başka bir seçenek, sarı basın kartına eklenecek “kültür-sanat editörü” ibaresiyle bu etkinliklere (geri kalanı yine gazete/dergi tarafından karşılanmak üzere), misal, yüzde 50 daimi indirim sağlanabilir. Spotify, Apple Music, YouTube Music vb. uygulamaların Premium üyelikleri kurum bütçesinden ödenebilir.

Tabii kaliteli kültür-sanat eleştirisi yapabilmek sadece bağımsız olmayı gerektirmez; aynı zamanda bunu yapabilecek donanıma sahip olmayı da gerektirir. Çıkar çatışmasına düşmüş bir editör çöp bir konseri/albümü parlatır; çünkü parlatmak kolaydır, reklam metni gibi. Çıkar çatışmasından azade bir editör de iyi olmayan bir konseri/albümü yine kolayca kötüleyebilir. Ama bu yeterli değil. Neden iyi olmadığını açıklaması lazım ki hem sanatçı hem de okuyucular o eleştiriden bir şeyler öğrenebilsin. Örneğin, alanı farklı ama, Vedat Milor… Hem donanımlı hem çıkar çatışmasından uzak (en azından öyle olduğunu tahmin ettiğimiz) bir yemek eleştirmeni olduğu için bu kadar seviliyor ve güveniliyor.

Fakat her halükârda kültür-sanat editörlerinin kültür-sanat camiasıyla “arkadaş” olmaması gerekiyor. Zira bu ilişkiler, maalesef, değerlendirme bağımsızlığını zedeliyor. Mesela ben, daha önce bazımecralarda kültür-sanat ekonomisi üzerine yazdığım yazılardan ve yaptığım sosyal medya paylaşımlarından ötürü, medya ve kültür-sanat çevrelerindeki bazıkişiler tarafından defalarca “uyarı” aldığım [hatta davalar yediğim] için bu yazıyı yazarken ekstra dikkatli olmaya çalıştım. Yani, düşünün, Türkiye’de kültür-sanat medyasındaki çıkar çatışması ve tayfacılık o kadar derinleşmiş durumda ki bu yazı bile kendi konusunun bir nesnesi oluyor.

Yazar hakkında

Duygu Uzunoğlu

Çeşitli yayınevlerinde yayın koordinatörlüğü yaparak kariyerine başlayan Duygu Uzunoğlu, lisans eğitimini İktisat üzerine İstanbul Üniversitesi'nde, yüksek lisansını ise Kadir Has Üniversitesi’nde yazdığı “Tık Tuzağı Taktiklerinin Haber Sitelerinde Okur Angajmanına Etkisi” başlıklı tezle tamamladı. NewsLabTurkey'in programlar direktörlüğünü yürütüyor. Keith Stafford tarafından düzenlenen Eğitmenlik Eğitimi'ne katılan Uzunoğlu, onun koçluğunda eğitmenlik becerileri kazandı ve NewsLabTurkey çatısı altında eğitmenlik eğitimleri veriyor. Ayrıca, Solutions Journalism Network sertifikalı eğitmeni olarak çözüm gazeteciliği üzerine atölyeler veriyor.