2025’te görüş gazeteciliği – ya da İngilizcesiyle opinion journalism – klasik haberciliğin koltuğunu iyice kapmış gibi. Sosyal medyanın tıklanma yarışıyla gazladığı bu değişim, ilk anda kulağa hoş geliyor: Kim kuru kuru bir haberi okumak ister ki? Ama biraz durup düşününce, işin rengi değişiyor. Görüşler yükseldikçe, gazetecilik irtifa kaybediyor; ruhunu, güvenilirliğini, hatta hakikatle bağını riske atıyor. Peki, bu kaygan zeminde neler tehlikede? Neden bu yükseliş bir tehdit gibi görünüyor? Gelin, bu soruları masaya yatıralım – çünkü cevaplar, sadece medyadaki birkaç tanıdık yüzün değil, hepimizin geleceğini ilgilendiriyor.
Yorumun gölgesinde gerçek
Klasik gazetecilik, “ne, nerede, ne zaman” gibi temel sorularla hakikatin ham bilgisini arar; görüş gazeteciliği ise “bana göre” ile başlar ve öznelliği merkeze yerleştirir. Bu, gazeteciliğin epistemolojik temelinde bir kırılma yaratıyor: Bilgiden çok yargı, olgudan çok yorum öne çıkıyor.
Gazetecilik tarihsel olarak rasyonel-kritik bir tartışma alanı olarak işlev görür; yani, ortak bir hakikat arayışını mümkün kılan nesnel veriler sunar. Ancak görüş gazeteciliği bu rolü aşındırıyor. Örneğin, bir politik skandalı ele alan haberde, olayın somut detayları (kim, neyi, nasıl yaptı) yerine yazarın öfkesi ya da övgüsü baskın çıkarsa, okur neyi temel alıp kendi yargısını oluşturacak? Nesnellik iddiası zayıfladıkça, gazetecilik bir bilgi aktarıcıdan çok bir kanaat oluşturucuya dönüşüyor.
Örneğin araştırmalara göre ABD’de görüş ağırlıklı içeriklerin okunma oranları normal haberleri geçmiş durumda. Bu, okurun dikkatini çekme yarışında duygusal ve polemik tonların galip geldiğini gösteriyor. Türkiye’de ise durum daha karmaşık: Ana akım medyada yorumlar, zaten sınırlı olan araştırmacı gazeteciliğin yerini alıyor. Görüş gazeteciliği “olgusal belirsizliği” artırarak okurun hakikati ayırt etme kapasitesini zorluyor. Türkiye’de ise otosansür ve ekonomik baskılarla daralmış bir medya ortamında, bu kayma daha da tehlikeli: Gerçekler gölgede kaldıkça, okurun bilgiye dayalı bir kamuoyu oluşturma şansı azalıyor. Post-hakikat çağında, gazeteciliğin “doğru bilgiyi sunma” misyonu yerine “etki yaratma” hedefi baskın hale geliyor – peki bu, kimin işine yarıyor?
Tarafgirlikten holiganlığa yorumların gölgesi
Görüş gazeteciliği, özünde subjektif; yazarın bakış açısı her şeyin önüne geçiyor. Ama bu öznellik, klasik haberciliğin yerini alınca, tarafgirlik istisna olmaktan çıkıp kural haline geliyor. Türkiye’de medya zaten kutuplaşmış bir halde; bir de her haberin “yorum filtresinden” geçmesi, okuru nesnel bilgiden iyice koparıyor. Görüş ağırlıklı içerikler, okurlarda “onaylama önyargısını” körüklüyor. Yani, insanlar sadece kendi fikirlerini destekleyen şeyleri okuyor. Bu, gazeteciliği birleştirici bir güç olmaktan çıkarıp ayrıştırıcı bir arenaya çeviriyor. Düşünsenize, herkes kendi yankı odasında yaşarken, ortak bir hakikati nasıl bulacağız? Türkiye’nin bu kutuplaşmış ortamında, tarafgirlik normalleştikçe diyalog değil, monolog kazanıyor.
Güven erozyonu hızlanıyor
Gazeteciliğin en büyük sermayesi ise güven. Klasik habercilik, tarafsız duruşuyla bu güveni inşa ederken, görüş gazeteciliği bayrağı açıkça dalgalandırıyor. Sorun şu: Her haber bir yorumla gelirse, okur kime inanacağını şaşırıyor. Pew Research’ün 2024 verileri net: Medyaya güven küresel çapta düşüyor ve suçluların başında “yorumla bulanmış haberler” var. Türkiye’de iş daha beter; sansür ve baskılar zaten güveni kemiriyor, bir de görüş gazeteciliği baskın hale gelirse, “Bu haber mi, propaganda mı?” sorusu dilimize pelesenk oluyor. Güven bir kez kayboldu mu, medya toplumsal bir bağ olmaktan çıkıp şüpheli bir ses haline geliyor. Okur en sonunda pes edip medyadan vazgeçerse ne olacak? Demokratik bir toplum, bu kadar güvensizliği kaldırabilir mi?
Görüş gazeteciliği ‘ucuz gazetecilik’ mi?
Görüş gazeteciliği, ilk bakışta masum bir tercih gibi duruyor: Hızlı, kolay ve dikkat çekici. Bir muhabirin sahada saatler harcayıp belge toplamasını, kaynak doğrulamasını gerektirmiyor; bir masa başında, birkaç çarpıcı cümleyle iş bitiyor. Medya kuruluşları için bu, adeta bir bütçe dostu mucize. 2021’de European Journal of Communication’da Jane Singer’ın gösterdiği gibi, görüş içeriği üretmek, klasik haberciliğe kıyasla hem daha az zaman hem de daha az para demek. Türkiye’de ekonomik krizle boğuşan haber odaları için bu cazip bir çıkış yolu gibi görünüyor – ama gerçekten öyle mi? Ucuzluk, kaliteyi düşürdüğünde neyi feda ediyoruz? Görüş gazeteciliği, maliyeti düşürüyor düşürmesine, ama hakikatin bedelini kim ödüyor? Okur mu, gazeteci mi, yoksa mesleğin kendisi mi? Bu “ucuzluk” masalı, özellikle Türkiye gibi kırılgan bir medya ekosisteminde, bambaşka riskler doğuruyor.
Peki ne yapmalı?
Türkiye’de görüş gazeteciliği, otoriter baskılarla birleşince sadece bir medya meselesi olmaktan çıkıyor; hem gazeteciler hem kamuoyu için ciddi tehditler barındıran bir girdaba dönüşüyor. Medya sahipliği iktidara yakın ellerde toplanmışken, “görüş” dediğiniz şey çoğu zaman tek taraflı bir hikâyeye, hatta bazen açık bir propaganda aygıtına evriliyor. Bağımsız medya ise kısıtlı kaynaklarla ayakta kalmaya çalışıyor; sesini duyurmak için didinirken, görüş gazeteciliğinin cazibesine kapılırsa kendi varlık zeminini riske atıyor. Polarizasyonun ve siyasal belirsizliğin bu kadar yüksek olduğu bir ülkede, bu kayma tesadüfi bir trend değil; demokratik alanın daralmasının bir parçası. Klasik gazeteciliğin yerini görüş alınca, çeşitlilik değil, tek seslilik büyüyor. Peki, bu kimin işine yarıyor?
Gazeteciler için bu tablo bir kâbus. Türkiye’de zaten sansür, dava tehditleri ve ekonomik güvencesizlik meslektaşlarımızı köşeye sıkıştırmış durumda. Bir de görüş gazeteciliği baskın hale gelirse, gazeteci nesnel bir gözlemci olmaktan çıkıp bir “taraf” haline geliyor.
Görüşünü açıkça ortaya koyan bir gazeteci, merkezden çevreye herhangi bir güç odağının hedefi olmaktan kaçamıyor. Polarizasyon bu denli derinleşmişken, subjektif bir duruş sergilemek, gazeteciyi bir bilgi üreticisi değil, bir savaşçı gibi konumlandırıyor. Hakikati aramak yerine bir safta yer almak zorunda kalan gazeteci, mesleğin özünden uzaklaşıyor.
Kamuoyu için tehditler daha az değil. Siyasal belirsizlik, ekonomik kriz ve toplumsal gerilimlerle boğuşan Türkiye’de, insanlar medyadan rehberlik değil, kaos buluyor. Görüş gazeteciliği, kutuplaşmayı besleyerek okuru nesnel bilgiden uzaklaştırıyor; herkes kendi “doğrusunu” pekiştiren yorumlarla yetiniyor. Oysa klasik gazetecilik, bu tür fırtınalı zamanlarda bir çıpa gibi iş görür: Gerçekleri sunar, yorumu okura bırakır. Türkiye gibi kırılgan bir demokraside, görüş gazeteciliğinin hakimiyeti, halkın bilgiye dayalı karar alma şansını baltalıyor. Hakikati kimin anlattığı, kimin susturulduğu sorusu her zamankinden kritik hale geliyor.
Sonuçta, Türkiye’de görüş gazeteciliğinin yükselişi sadece bir stil meselesi değil; siyasal ve toplumsal bir kırılma noktası. Gazeteciler susturulma riskiyle, kamuoyu ise manipülasyonla karşı karşıya. Global standartlar, bu fırtınada bir liman olabilir – yeter ki ona tutunmayı hatırlayalım. Sizce, bu kadar belirsizlik içinde, medyadan neyi hak ediyoruz: Daha fazla görüş mü, yoksa daha fazla gerçek mi? Yani takım elbiseli ve uzun uzun konuşan, belgelerden asla bahsetmeyen öfkeli sesler mi grafik ve dökümanlarla desteklenmiş bir veri akışı mı? “Öldüren eğlence” ile imtihanımızın en önemli sorularından biri olan bu soruyu hızla yanıtlamak okurların ve gazetecilerin öncelikli sorumluluklarından biri. Zira yanıtımız hem mesleğin hem de demokrasimizin geleceğini belirleyebilir.
*Bu yazı ilk olarak Kısa Dalga’da yayınlanmıştır.