Serinin “Gazeteciler için felsefe 101” başlıklı ilk yazısında bir gazetecinin ihtiyacı olabilecek felsefi kavramlara giriş yapmış, Google aramalarının bir adım ötesine geçerek yüzeysel bilgileri güncellemeye gayret etmiştim. İlk yazıda varoluşçuluktan, etik ve ahlak ayrımından, teorinin ispat yükü tartışmalarından ve metafizikten bahsettim. Aradan geçen sürede hem gelen yorumlarda hem de yaptığım araştırmalarda ikinci bir kavram setine daha ihtiyaç duyulabileceğini düşündüm.
Bu yazıda, işlevsel olmalarına öncelik tanıyarak, felsefenin gazetecilik mesleğiyle kesişen bazı kavramlarını inceliyorum. Kendi araştırma alanımla, biraz da hile yaparak yüksek lisans tezim ve doktora araştırmamla bağlantılı bilim felsefesi tartışmalarını önceliklendiriyorum. Henüz okumadıysanız yazının girişinde bahsettiğim ilk yazıyla başlamanızı tavsiye ederim.
Nesnellik bir hayal mi?
Gazetecinin nesnel bir göz olarak konumlanması gerektiğine dair çokça ifade duymuşsunuzdur, hatta nesnel bir bakışa sahip olduğunuza inandığınız da olmuştur. Aslında mutlak bir hakikatin yokluğunu ortaya atıp Paul Feyerabend’in bilgi felsefesinde açtığı yarığı takip etmek, burada kolay bir rota olsa da bu bizi saf şüphecilikten öteye götürmeyecektir. Bir yandan da bizi var eden -tabiri caizse- zihnimizdeki yazılım, farklı kaynaklardan ve ideolojik eğilimlerden beslendiği için nesnel bir göz olarak konumlanma iddiamız her zaman tartışmalıdır.
Bilhassa dünyayı algılama biçimimize ve algıladığımız dünya içinde kendi hakikat iddialarımızı yaratmamıza odaklanan filozof Thomas Nagel, nesnelliğin var olmadığını kabul ediyor ve farklı perspektifleri keşfetmeye çalışmanın gerekliliğini vurguluyor. Yani karşıt görüşleri bir eleştiri nesnesi olarak kullanmaktansa bu görüşlerin kendilerini dayandırdıkları rasyonel zeminleri algılamaya çalışmak, nesnellik yolunda ilerlemek için elimizdeki tek çözüm. Nesnelliğin derecesini artırabilmek de sanıldığı kadar kolay değil.
Komplo teorilerinden veya safsatalardan öğreneceğimiz şeyler var mı?
Şüpheciliğin, komplo teorilerini tartışırken de sürekli çalışır hâlde olması gereken hayati bir uygulama gibi kabul edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden işletim sistemimizde yerleşik olarak bulunmalı. Elbette dünyanın düz olması ya da aşıların içerisinde çip bulunduğu gibi uç noktalarda, kanıta dayanmayan iddialardan bahsetmiyorum. Ancak elimizdeki hayali hakikatölçer 1’den 10’a kadar derecelendirilebiliyor ve 1 düz dünya gibi tezleri, 10 ise yerçekimi gibi doğa bilimlerine dayanan bilgileri temsil ediyorsa, arada kalan bazı iddiaları daha hassas bir gözle incelemek gerek.
David Hume, bize işlevsel bir kısayol sunuyor. Mesela, dinlerin sunduğu mucizeler ve komplo teorileri arasında nasıl bir ortaklık kurabiliriz? Her ikisi de düşük olasılıklarla gerçekleşir, imkânsıza yakın olsa da ikisine de inananlar olacaktır. Ancak Hume’un dikkat çektiği şey bambaşka. Bir şey ne kadar olasılık dışıysa, ona inanmak için kanıta gereksinimimiz azalır. Yani şüphecilik gardımızı bir anda düşürüveririz. UFO’ları gözlemleyenler için de benzer bir mantığı kurabiliriz, basit bir yanılsama bile UFO’yla karşılaştığını düşünen bir kişi için yeterli olabilir. Bir yandan doğaüstü olaylara ve komplo teorilerine inanmanın getirdiği “hakikate diğerlerinden daha yakın olma” hissini de denkleme dahil ettiğimizde, günlük hayatta rasyonel kararlar veren birinin komplo teorilerine inanmasının altında yatan sebepleri görmek kolaylaşır. Böyle bir bakış açısını yakalayabildiğimizde, aslında bir komplo teorisinin ortaya çıkışını iz sürerek bulabilir, bu teoriye karşı nasıl bir silahla savaşabileceğimizi de daha rahat buluruz.
Şunu da unutmamak gerekir; ne yaparsanız yapın, komplo teorilerine karşı galip gelemeyebilirsiniz. Bu aslında Karl Popper’ın yanlışlanabilirlik teziyle bağlantılı. Popper’a göre bilimsel ya da bilimsel olmayan bir tezi ortaya attığınız anda sunmanız gereken ilk şart, bu tezin bir şekilde test edilebilir, yani yanlışlanabilir olmasını sağlamaktır. Şayet hiçbir yolla test edilemiyorsa ya da yanlışlandığı zaman tezinize irrasyonel yamalar yaparak yine ayakta tutabiliyorsanız, bu tezin bilimsel olduğundan bahsedemeyiz. Komplo teorilerinin en büyük özelliği, ürettiğiniz tüm karşı tezlere karşı “bilinmeyen” veya “gizlenen” bir şeylerin varlığıyla sürekli bu teorilere yama yapılabilmesi. Yani ortada bilimsel bir tartışmanın asla olamayacağını bildiğimizde, mücadele etmek yerine anlamaya çalışmayı seçmeye de mecbur kalabiliriz.
Her şeye “paradigma” diyebilir miyiz?
Artık gündelik dile yerleşmiş olsa da paradigma, her düşünce biçimini ya da fikri tanımlamak için doğru bir kavram olmayabilir. Örneğin bir yazarın, siyasetçinin ya da siyasi partinin paradigmasından bahsediyorsak muhtemelen yanlış yoldayız. Kavramın opaklığına ve kullanıldığı her yerde adeta maymuncuk gibi kilitleri açmasına aldanmamak gerek. Birçok farklı anlamı olan kavramın bilim felsefesinde yaygınlaşmasını sağlayan filozof Thomas Kuhn, paradigmayı bilimsel araştırmanın çekirdeğine oturtur. Kuhn’a göre, paradigma dediğimiz şey, birkaç fikrin ya da dünya görüşünün ötesinde, bilim insanlarının dünyayı algılarken kullandığı bir gözlük gibidir. Her paradigma kendi içerisinde kurallara sahiptir ve belirli bir paradigmayı kabul eden bilim insanları da o paradigmanın bir nevi savunucusudur.
Hüsamettin Arslan bu yapıyı “epistemik cemaat” olarak tanımlar, isabetlidir. Paradigmalar, yapılan yeni araştırmalarla kriz dönemlerine girdikten sonra devrimler geçirir, böylece yeni paradigmaya kayış olur. Böylece bilim insanları yeni bir gözlükle dünyaya baktıkları için eski paradigma işlevsizleşir, hatta artık yeni paradigmayla aynı dili bile konuşmaz. Paradigmanın keskin sınırları bu yüzden önemlidir. Paradigma kavramını hayatımızdan çıkarma gibi bir amacımız olmasa bile gündelik kullanımları için en azından zihnimize bu şerhi düşebilmek gerek.