“’Sayın Cumhurbaşkanı’mın talimatları’ demeden cümleye başlayamayan birine siz ne sorabilirsiniz? Bir anekdot: 99 depremi olmuştu ve gazeteci olarak takip etmiştim. Hazırlanan konteynırlar o günün şartlarında bile çok kötüydü. Konteynırlar gazetecilere PR amaçlı tanıtılırken dönemin Bayındırlık Bakanı’na ‘Siz depremzede olsaydınız ailenizle birlikte bu konteynırlarda kalabilir miydiniz?‘ diye sordum, ‘Hayır’ demişti. Manşet tüm gazete ve televizyonlara o yanıttan çıkmıştı. Şimdi siz ne Bayındırlık, ne Maliye Bakanı’nı bulabiliyorsunuz.”
Öyle bir kurum ki, içinden pop sanatçısı Gülşen de, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da geçiyor. Tek farkla; Gülşen sansüre takılırken Erdoğan zaten bu kurulun kişilerini başka kurumlara atayabiliyor. RTÜK’ten bahsediyoruz. CHP RTÜK Üst Kurul Üyesi olan İlhan Taşçı’nın yukarıda anlattığı bu an ise bugünün mecburen sıkıcı ve yankı fanusuna hapsolmuş gazeteciliğini anlamamıza yardım ediyor. Taşçı da bu nedenle henüz mesleğini tam da icra edemeyeceğini düşündüğü bir dönem olduğu için gazeteciliği özlemediğini anlatıyor. Ona göre İstanbul Gazeteciliği bugünlerde Ankara Gazeteciliğini geçmiş durumda. Gazeteciliğe dönecek mi? Bu, sıkıcılıktan kurtulmamıza bağlı. Ona göre son zamanlarda İstanbul Gazeteciliği Ankara Gazeteciliğini geçtiyse de, İstanbul’dakiler Ankara’ya göre siyasi baskıyı daha az hissediyorlar. Böylece daha cesur hareket edebiliyorlar. Ona göre Ankara Gazeteciliğini daha farklı ve kıymetli kılan şey bakanlar, bürokratlar, yöneticilere soru sorabilme lüksüydü.
2017’de yapılan seçimle CHP kontenjanından RTÜK Üst Kurul üyesi seçilmiştiniz. Ne demek RTÜK üyesi olmak ve bir parti tarafından seçilmesi bu kişinin?
Şair diyor ya “Bu derde düşmezden önce bilmezdim” diye, ben de RTÜK üyesi olmazdan evvel bu kadar dertli bir alan olduğunu bilmiyordum işin doğrusu, ki ben mektepli de birisiyim; İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunuyum, daha sonra Araştırmacı Gazetecilik dersleri verme imkânım oldu, 7-8 yıl kadar. 20 küsur yıl gazetecilikten sonra TBMM Genel Kurulu’nda, Genel Kurul’a katılan tüm parti milletvekillerinin gizli oylarıyla yapılan bir seçim sonucunda üst kurul üyesi olarak görev yapmaya başladım.
Tabii bu biraz ilginç bir şey aslında, şu bakımdan; Türkiye’deki devlet organizasyon şemasının yüzde 99’luk bölümü atamayla oluşuyor, bu tür görevlere geliyorsunuz, Radyo Televizyon Üst Kurulu’na seçiliyorsunuz. Diğer düzenleyici ve denetleyici üst kurullardan farkı RTÜK’ün Anayasa’da yazılı olan bir üst kurul olması. Sonuç olarak Cumhuriyet Halk Partisi kontenjanından seçilmiş, dünyaya birazcık soldan bakan bir yapıya sahibim, RTÜK’ün bugünkü aritmetiğine baktığınızda ise iktidar ittifakı sayısal olarak güçlü.
Bazı kararlar hakkında sosyal medya hesaplarım üzerinden eleştirel değerlendirme yaptığımda en çok güldüğüm ve hoşuma giden yorum şu oluyor; “Sabahleyin yürek yiyip çıkmış, reis bunu görevden alır…” (Gülüşmeler) O kadar alışmış ki canı sıkıldığı zaman reisin birilerini görevden alabileceği düşüncesine, benim de atanmış birisi olduğumu düşünüyor. Bu yönüyle biraz ilginç.
RTÜK’ün algısı Türkiye kamuoyunda sansürcü bir yapıya sahip. Sadece cezalarla ismi geçen, hayır hasenatla anılmayan ve hep şer odağıymış gibi bir algı var, bir de bu algıyı destekleyen RTÜK’ün aldığı kararlar. Bir anekdot paylaşmak isterim: Oğlum hukuk fakültesi öğrencisi mesela ama benim RTÜK üyesi olduğumu gizliyor, sahiplenmiyor. Sohbetlerimizde de “Ben RTÜK üyesiyim ama biraz farklı bir üyelik yapmaya çalışıyorum” diyorum ama “Benim o kadar onu anlatacak zamanım yok, kimsenin de bunu dinleyecek zamanı yok” diyor. Onun için sahiplenmiyor. Varın siz düşünün RTÜK üyeliğinin nasıl bir şey olduğunu…
Oradaki varlığınızı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Alınan kararlarda bir şeye şerh koymaya yarayabiliyor mu varlığınız?
Bunun farklı birkaç yanıtı var; elbette ki Don Kişot’luğa gerek yok, karşımızda sayısal olarak güçlü bir yapı var. Bugün itibariyle HDP’li üye cezaevinde, bir üye arkadaşımız istifa etti, dolayısıyla şu an 7 üye var ve 6’sı iktidar bloğundan. Ben şu an muhalefet bloğunda tek başımayım… Dolayısıyla tabii ki tek başımıza Atatürk’ün tek askeri gibi, bu sayısal üstünlüğe karşı verebileceğimiz oylama bazında bir başarıdan söz edemeyiz ama bunun ötesinde şeyler var. Her şeyden önce gazetecilik kökeni olan, 10 kitap yazmış bir yazar olarak da halkın haber alma hakkı ve basın özgürlüğü üzerine görevlerimi inşa etmiş durumdayım. Şunu hafife almamamız gerek; örneğin atmış olduğunuz bir tweet bazen çok küçük görünebilir ama en az 2-3 milyon etkileşim alıp kamuoyunda farkındalık yaratıyor hatta kamuoyu baskısına dönüşüyorsa kendi adıma buradaki varlığımı bir mücadele alanı olarak görmeye devam ederim.
Birkaç yıl önce iktidara yakın bir televizyon kanalında bir hanımefendi “Benim cebimde 50 kişilik ölüm listem var” açıklaması yaptı. Bir anda toplumda infial oluştu. Ben bu hanımefendinin konuk olduğu yayının mutlaka üst kurul tarafından değerlendirilmesi gerektiğini düşündüm. Üç hafta kamuoyundan öyle bir baskı geldi ki RTÜK’e doğru, üçüncü hafta sonunda 20 yıllık AKP iktidarı boyunca ilk kez cezanın mahiyetine bakmaksızın söylüyorum, iktidara yakın bir televizyon kanalı hakkında cezai yaptırım kararı aldı. Ama bu bizlerin değil -azınlıkta olduğum için biz diyorum- kamuoyu baskısının gücünün bir sonucuydu. Dolayısıyla kamuoyunda bir farkındalık yaratmak da bu görevin bir diğer ayağı.
Burası kapalı bir kutu. Dışarıdan bakıldığında görülen kurumla yapısı, organizasyon şeması ve sistematiği çok farklı. Geçtiğimiz yıl bu internet medyası denetiminin kanun görüşmeleri sırasında RTÜK tarafından mutfakta bir taslak hazırlanmıştı ve abonelikler üzerinden işleyen platformların izleyicilerinin bütün verilerinin RTÜK’e aktarılması yönünde bir kanun maddesi vardı. Bunu kamuoyu ile paylaştıktan sonra toplumda bir infial oluştu. Bu şu demekti; sizin parasını vererek evde bir platformdan izlediğiniz her şeyi, ben RTÜK Üst Kurul Üyesi olarak buradan görebileceğim. Burada kişisel verilerin ihlali var, özel hayatın ihlali var. Anayasal güvence altındaki tüm özgürlükler yerle yeksan edilecekti. Ama en sonunda Meclis’te o madde çıkarılmak zorunda kaldı. Bu tür dokunuşlar kıymetli. Tabii ki kamuoyu nezdinde bunların hepsinin görülmesi, bilinmesi mümkün değil ama ben kişisel olarak mücadele ederken bu motivasyonla hareket ediyorum, tabii ki bunun bireysel olarak bazı çekinceleri demeyelim ama yorgunlukları var. Ona da gazetecilikten geldiğim için şerbetliyim, onlara da çok takılmam ve inandığım yolda mücadelemi sürdürüyorum zaten.
Umut verici bir yerden bahsediyorsunuz. Kariyerinizde 2014 yılına kadar meslek hayatınıza başladığınız Cumhuriyet’te çalıştığınız yazıyor, sonra arada TRT Ankara Radyosu da var. Burada ilginç ve ayrık duran da o. Bundan sonrasında sizce mümkün mü kariyerinizde tekrar TRT’de iş yapmak?
Bundan öncesinde de mümkün olmadı… Ben TRT Radyosu’na düzenli bir konuk olarak dış yayınlar programlarına katılıyordum. Programlardan birinde bir anda Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan Ak Parti Grubu’nda Cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül’ü açıkladı. O anda konuk olarak ben olduğum için de yorumlamam istendi. Ben uzunca yıllar yargı muhabirliği de yaptım ve Refah Partisi’ndeki kayıp trilyon davasının yargılamalarını da izledim. Gül de o dosyanın sanıklarından biriydi. İşte aklıma nereden geldiyse “Bu kadar yüklü bir ajandayla Çankaya Köşkü’ne kadar çıkmak çok kolay olmasa gerek” dedim ve TRT’deki son konukluğum o oldu, 2007’ydi yıl. Tabii şu anda TRT’den söz edebilmemiz mümkün değil.
Haklı olarak toplumda şöyle bir serzeniş var; “TRT Kapatılsın” diye bir ses yükseltiliyor çünkü kötü bir yayıncılık anlayışı var. Ben hep şunu söylerim; bir yer kötü yönetiliyor diye kapatırsak Türkiye’de hiçbir yer kalmaz. Çünkü tüm kurumlar şu an iplik iplik dökülüyorlar ama buradaki esas sorun yönetim anlayışındaki problemdir. Yoksa eğer bizi kıskanan Almanya bizden daha mı akıl yoksunu ki DW’yi kapatmıyor ve kamu yayıncısı olarak sürdürmeye çalışıyor ya da Britanya bizden daha mı az akıllı ki BBC’yi tüm tartışmalara rağmen kamu yayıncısı olarak finanse etmeye ve yayıncılığını sürdürmesi için yol açmaya çalışıyor? Bir kere TRT’nin yönetim anlayışında sorun var ve yayıncılık ilkelerinde sorun var. Yoksa siz 1 Ocak sabahı ekrana bir filarmoni orkestrası ya da senfoniyi 3 saatlik canlı yayınlarla verdiremezsiniz çünkü bunun ekonomik getirisi yok ama kamu yayıncılığına siz sadece ekonomi olarak bakarsanız artık özel yayıncı sektörüne kaymışsınız demektir.
Oysa TRT dediğimiz benim de içinde olduğum bir kuşak için eğitici, öğretici, yetiştirici bir okuldu. Herkesin öğrenebileceği bir sahaydı ve binlerce kişilik bir kadrosu var ama atıl olarak duruyor. Yani aslında bu içler acısı ve siz daha düne kadar insanların elektrik faturalarından aldığınız paylarla finanse ediyordunuz ama 84 milyondan parayı toplayıp belli bir siyasi partinin ideolojik bakışıyla yayıncılık yapıyordunuz. Bir anlamda siz parti propogandası yapıp parti televizyonu gibi davranıyorsunuz, Türkiye televizyonu gibi davranmıyorsunuz.
Bu aşılmayacak bir sorun değildir. Masaya oturduğunuz an çözülür çünkü Türkiye’nin buna çok ihtiyacı var.
Aşağı yukarı 7 yıl oluyor ben gazeteciliği bırakıp siyaset, RTÜK, bürokrasi tarafına geçeli. Pek çok arkadaşım ve öğrencim hep şunu soruyorlar; Özlemiyor musun gazeteciliği? Hayır özlemiyorum. Çünkü Türkiye’de şu anda gazetecilik yapılmıyor, -mış gibi yapılıyor. Televizyonlardaki tartışma programlarına bakın, genelde kanaldan kanala dolaşan, kravatlarını bile değiştirmekten vakit bulamayan aynı konuklar, tencere seti gibi dolaşıyorlar. Bütün kanallarda üç aşağı beş yukarı aynı cümleleri kullanıyorlar.
Televizyona kimin çıkacağına saraydakiler karar veriyor, ne söyleneceğine saraydakiler karar veriyor ve bir de ne söylenmeyeceğini biliyor mu bilmiyor mu konuşmacı… Gazeteciliği son 1 yılda biraz özleten meslektaşlarım olmaya başladı, biraz gazeteciliklerini izlediğimde eski günlerim aklıma geliyor ama ben onlardan yaşça biraz büyük olduğum için rekabette zorlanabilirim diye düşünüyorum ama o bile heyecan verici. Gazetecilik her zaman heyecan yaratacak bir meslektir ama ben de çok da ulvi bir görevmiş gibi düşünmüyorum. Sonuçta sizin bizim gibi insanların da payına bu görev düştü, en iyi şekilde yapılması için ben mücadelemi verdim ve yapmaya çalıştım elimden geldiğince. Ama eminim bu baskıcı anlayış terk edildiğinde bence asıl gazetecilik bu iktidar gittiği zaman başlayacak. 14 Mayıs’tan sonraki bir iktidar değişikliğinden sonra işte o zaman asıl gazetecilerin yeteneğini ve başarısını göreceğiz ve o zaman göreceğiz asıl gazetecilerin kim olduğunu. Ben de o zaman düşünürüm bakalım tekrar gazetecilik yapar mıyım yapmaz mıyım (Gülüşmeler)
Ankara Gazeteciliği bu süreçte ne kadar aşındı peki sizce?
Tabii ki bugüne kadar Ankara ve İstanbul Gazeteciliği hep tartışılmıştır, gelenekler olarak. Ama Ankara Gazeteciliği’ni ben de bir Ankara Gazetecisi olarak farklı bir yere koyar idim. İstanbul’daki meslektaşlarımızda da çok çok iyiler var, ama Ankara’nın atmosferi farklı. Sonuçta parlamento burada, bakanlıklar, bürokrasi burada. İstanbul dediğiniz, İstanbul Valisi’dir. Ben Ankara Valisi’ni bilmezdim bile…Aradaki farkı anlatmak için söylüyorum. Ama hazin ki, bunu üzülerek söylüyorum; bence İstanbul Gazeteciliği Ankara Gazeteciliğini geçti son dönemde. Bunun nedeni de AK Parti’dir. Çünkü İstanbul’daki gazeteciler buradaki siyasi atmosferden uzaklar, o baskıyı hissetmiyorlar. Daha cengaverler cesur hareket edebiliyorlar. Biraz daha korkusuzlar.
Ben parlamento muhabirliği yaptım. Bu şu demek; Meclis Başkanı’na soru sorabilirsiniz, Cumhurbaşkanı’na soru sorabilirsiniz, hiç kimse sizi itip kakmaz, aralarda duvarlar örülmemiştir. Şimdiki bakanlara benim soru sormama gerek yok çünkü bakanlar konuşamıyor. “Sayın Cumhurbaşkanı’mın talimatları” demeden cümleye başlayamayan birine siz ne sorabilirsiniz?
Bir anekdot; 99 depremi olmuştu ve ben gazeteci olarak o depremi takip etmiştim. Sonra hazırlanan konteynırlar o günün şartlarında bile çok kötüydü. Ben gazetecilere PR amaçlı tanıtılırken bunlar dönemin Bayındırlık Bakanı’na “Siz depremzede olsaydınız ailenizle birlikte bu konteynırlarda kalabilir miydiniz?” diye sormuştum, “Hayır” demişti ve manşet tüm gazete ve televizyonlara o yanıttan çıkmıştı. Şimdi siz ne Bayındırlık, ne Maliye Bakanı’nı bulabiliyorsunuz. Sadece bir parti basın bürosunda hazırlanmış matbu dokümanlar gazetecilere dağıtılıyor.
Oysa Ankara Gazeteciliğini biraz daha farklı ve kıymetli kılan şuydu: İhtisaslaşma vardı. Ben 4 yıl gece muhabirliği yaptım, çalışma hayatı, ekonomi, başbakanlık, yargı-yüksek yargı, polis-adliye ve parlamento muhabirliği yaptım. Düşününüz ki bir gazetecinin parlamento muhabiri olabilmesi için Ankara’da en az 5 yıl sarı basın kartı taşıması kuralı vardı. Şu anda sarı basın kartı turkuaz oldu. Zaten önüne gelen herkesin cebinde turkuaz rengi basın kartı var şu anda. Mesleki bütün birikimler ve değerlerin içi boşaltıldı, gazetecilik muhabirlikten muhbirliğe dönüştü. En keyifli gazetecilik neydi biliyor musunuz? Bakanlar Kurulu toplantısı bittikten sonra Bakanlar Kurulu’ndan kulis bilgiyi alabilmekti.
Çünkü haber orada değil mi?
Tabii ki… Hükümet sözcüsü ya da Bakanlar Kurulu yetkilisi, biri çıkar açıklama yapar ama asıl haber içerdeki tartışmalardır. Şimdi tabii ki böyle bir yürütme, böyle bir bürokrasi kalmadığı ve herkes kendi gölgesinden korktuğu için açıklama yapabilecek kimse yok. Bu da ister istemez Ankara Gazeteciliğini çok dar bir alana sıkıştırdı.
Hani hep söylenir ya “İktidarın değişip değişmeyeceğini önce bürokraside anlarsınız” diye, çünkü bürokratlar çok uyanıklardır, havayı sizden, benden iyi koklarlar ve bir anda iklim değişiverir. Duruşları, yürüyüşleri, tavırları bile değişmiştir, bu bile bir şeylerin habercisidir.
Biz mesleki açıdan tartışıyoruz Ankara-İstanbul gazeteciliğini, ama okuyucular iyi haber yapan gazetecileri her zaman bulup okuyorlar. Mesela Çiğdem Toker demiştik, müthiş bir gazetecidir.
Şimdi sanki ekrana çıkmazsanız ünlü de gazeteci de olamıyorsunuz gibi bir ortam var. Yazmak yetmiyor, ekranda da biraz kavga edeceksiniz, ajitasyon ve demagojiye gireceksiniz; o zaman siz iyi bir gazeteci oluyorsunuz gibi davranılıyor. Halbuki ustalar bize “Ben” demek yerine “Biz demeyi” öğrettiler. Biz geleneğinin sürmesi gerektiğine inananlardanım ben. Bu şöyle bir şey. Gazeteciliği 100 metre koşusu olarak görmedim hiçbir zaman, bir maratondur. Mesleğin icrası sırasında bazen çok popüler olduğunuz zamanlar olur, bazen çok yorulduğunuz zamanlar, bazen de kendinizi dinlendirmeniz gerekir. Ben televizyonda tartışan ve gazeteci denen isimlerin bazılarına bakıp hangi ara okuyup, anlayıp sindirdiklerini anlamıyorum.
Bu serinin diğer bölümleri:
Gazetecilikten Meclis’e I: “Gazeteciliğin tadı ne mecliste vardı ne de sivil toplumda”
Gazetecilikten Meclis’e II: “Meclis’te çalışmak hem şans hem şanssızlık”
Gazetecilikten Meclis’e III: “Gazetecilik yapacaksan yolun Meclis’ten geçmeli”