Türkiye’nin ifade özgürlüğü kısıtı uzun yıllardır kaliteli gazetecilik önündeki asıl engel olarak görülüyor. Bu ifade doğru olmakla birlikte, ülkemizdeki habercilik pratiklerinin kalite sorununun birçok katmanını görmezden gelen bir yaklaşım.
Deprem sonrası süreçte enkaz etrafındayken, haber yaparken, bölgede gözlem toplamak için gezerken birçok gazetecinin ciddi baskıyla karşılaştığını biliyoruz. Eminim meslek örgütleri konu ile ilgili detaylı bir çalışma yayınlar yakın zamanda. Beni asıl endişelendiren, ifade özgürlüğü problemimizin güçlendirdiği kasların, kaliteli içerik üretimi için gereken diğer bazı kaslarımızın gelişmesinin önüne geçmiş olabileceği. Peki bu “güçsüz kaslar” hangileri?
1-Araştırma süreçlerini atlamak
Burada birinci “güçsüz kas” kategorisinin, araştırma ve haberi koklama kası olduğu görüşündeyim. Buradaki eleştirilerimi çoğunluğu İstanbul merkezli yayıncılara yönelteceğim. Zira kriz alanındaki lojistik ve teknik hazırlık başka bir araştırmanın/yazının konusu. Bahadır Özgür gibi benim argümanımın aksi yönünde örnek teşkil eden, ne yazık ki istisnai, örnekler gösterebilmek mümkün olsa da; deprem sürecinde özellikle video temelli canlı yayın süreçlerine yansıyan en büyük problem Twitter zaman akışına bağlı bir editoryal akış görmemizdi. 5-6 saat süren canlı yayınlar yapmak elbette kolay bir iş değil. Ama, arkasında ekibi olan gazeteciler de dahil olmak üzere, tüm haber yapma sürecinin editoryal personelden çok teknik personelin ağırlıkta olduğu ekiplerle yürütüldüğü çok açıktı. Benim zaman akışında 15-20 dakika önce gördüğüm bir haberi gazeteci olma sıfatını açıkça isminin önüne koyan program sunucularının teyit süreçlerine ihtiyaç duymadan canlı yayında hızla okuması özellikle YouTube’dan yapılan canlı yayınların editoryal destek ekibi olmadan yapılmasının hem çok meşhur dezenformasyon problemimizi derinleştirdiğini hem de “arkada bir ses olsun çalsın” mantığının ötesinde içerik üretimine vesile olmadığını gördük.
Depremin üzerinden aşağı yukarı bir ay geçmişken müteahhitlerin tutukluluk durumuna ilişkin bir veri tabanı elimizde yok, yakalanma hikâyeleri gelen müteahhitler olsa da kaçanların sayısının da bir hayli fazla olacağını tahmin etmek güç değil. Ayrıca, kentlerdeki yapı güvenliğinden sorumlu, il ve ilçe belediyelerindeki isimler de dahil olmak üzere, geniş bir sorumlular ağından bahsetmek mümkün. Depremde ailelerini yitiren insanların Twitter’daki çabaları ve bazı gazeteci olmayan Twitter kullanıcılarının ifşa odaklı aktivist çalışmaları olmasa hepimiz açıkça insanların ölümünden sorumlu yüzlerce kişinin “bulunabilirlerse” adalet sistemince cezalandırılmasını bekliyor olacağız.
2-Doğrulama süreçlerini atlamak
İkinci “güçsüz kas” ise ne yazık ki doğrulama kası. Teyit, Doğruluk Payı, Doğrula gibi IFCN imzacısı kurumlar bu kriz sürecinde ellerinden geleni yapmaya çalıştılar, bu kurumların editoryal ekiplerindeki arkadaşların önemli düzeyde çaba sarf ettiğine eminim; ama her zaman altı çizildiği üzere bu tarz aktörler kocaman haber medyasının kendi iç doğrulama süreçlerine yeterince nüfuz edemiyorlar. Bu da onların değil, “teyitçiler gazeteci değildir” diyerek toptan bir red içinde olan sektörel bir yaklaşımın veya bu süreçlere entelektüel ve finansal yatırım yapmayan yöneticilerin hatası. Özellikle Teyit’in çoktan doğruladığı yanlış bilgilerin defaatle ziyadesiyle deneyimli gazeteciler tarafından yayıldığına şahsen tanık oldum. Ortada bir “düzeltme” refleksi de yoktu. Tweet silme, video silme ve benzeri yaklaşımlar özlerinde doğru olsa da doğru bilgiyi yanlış bilgiyi yayarken kullandığınızdan daha kuvvetli bir enerjiyle yayma, yayılan yanlış bilginin yanlış olduğunu kabul ederek sorumluluk alma gibi gereklilikler ne yazık ki yerine getirilmedi.
Her yıl, medya destek sektöründe çalıştığım için, önüme onlarca haber merkezinin insan kaynakları planı geliyor. Bugüne dek içinde özel olarak doğrulamadan sorumlu bir editoryal personelin bulunduğu bir bütçe ya da iş planı görmedim. Bu deprem en azından önümüzdeki dönemi planlarken herkesin doğrulama konusunda özel ve yoğun eğitim görmüş, uzmanlık desteği almış (3 saatlik bir atölye değil) bir ya da iki editoryal personeli ekibine katması ya da ekibindeki kişileri bu konuda geliştirmesi zorunluluğunu herkese tekrar hatırlattı.
3-Etik kodları yok saymak
Üçüncü “güçsüz kas” ise profesyonel gazeteciliğin temel parçası olan etik kararlar verme yetisiyle ilgili. Örneğin, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, paylaştığı bir buçuk dakikalık video ile ilgili olarak Twitter’da çok ciddi eleştiriler aldı. Ama yerelden ulusala ne yazık ki hem anlatı, hem içerik, hem de kurgu bağlamında bizzat eleştiren insanların çalıştıkları haber medyası aktörlerince ortaya konan görsel temelli içeriklerin önemli bir kısmı ciddi etik problemler barındırıyordu. Ürettikleri işlere bir de bu açıdan tekrar bakmak isteyenler varsa Prof. Dr. Süleyman İrvan’ın NewsLabTurkey’de de yayınladığı bu rehbere bakarak genel hatlar üzerinden hatalarının üstünden geçebilirler. Bu süreçle ilgili biz de Research Hub için bir araştırma planlıyoruz. İşe yeni başlayan gazeteciler The New York Times’ından The Guardian’a büyük gazetecilik kurumlarının tamamında stil rehberlerinden etik kodlara birçok belgeyle karşılanır. Oryantasyon sürecini tamamlamak için gazeteci bu kodları benimsemek zorundadır. Türkiye’deki cemiyetlerin gazetecilere yönelik etik ilkelere dair bildirgeleri fazla genel olup spesifik konularda spesifik çözümler sunmaktan uzak olsa da en kötü ihtimalle akademisyenlerin bile ne yazık ki okumaktan imtina ettikleri akademik araştırmaların damıtılıp daha pragmatik etik rehberlerin durum bazlı olarak kaleme alınması veya yeniden üretilmesi şart.
Özellikle altını çizmek istediğim bir başka husus da monologlar. Fox TV’nin büyük yükselişinden bu yana sunucu monologları haber tüketim/üretim pratiğinin tekrar önemli bir parçası oldu, bu bir gerçek. Ama yapısal müdahale bağlamında habercilerin yapabileceği o kadar çok şey var ki bu tarz kriz süreçlerinde rutin bağlamda ortaya konan eleştirel monologların yakaladığı değeri yakalayamama riski bu süreçte çok büyüktü. Uzun yayın saatleri içinde habercilerin de yorulduklarını, yıprandıklarını ve öfkelendiklerini tahmin etmek zor değil; ama her ne kadar duygusal rahatlama yaratsalar da monologların gazetecilerin izleme, güç sahibi ve sorumluları hesap verebilir kılma ve görünür olmayanı görünür hâle getirme gibi temel iddialarından çok kendi görünürlük ve bilinirliklerine hizmet ettiğini görmüş olduk. Bu, her monoloğun yararsız ve anlamsız olduğu anlamına gelmiyor, burada aslolan monologlara harcanan enerjinin süreci ve haberi anlaşılabilir kılmaya verilmesi gerektiği anlamına geliyor. Bu da monologları yapanların değil, onların yüzü oldukları ekibi kuranların ve içerik akışını kurgulayanların üstüne düşünmesi gereken bir problem.
4-Haber sunum araçlarına hakim olmamak
Bağımsız medya ana iddia olarak elbette “teknolojik olarak geleneksel medyaya üstün olmak” gibi bir iddiaya sahip değil. Ama açık kaynaklı ve ücretsiz hikâye anlatma araçlarının bu denli geliştiği bir dönemde ajans okur hissi vermekten öteye gitmeyen, tekdüze ve bir kısmı ne yazık ki çok yanlış bir SEO mantığına dayalı habercilik pratikleri öne çıktı. Depremler, sel, yangın, çatışmalar gibi durumlar kent haberciliğinde de kullanılan haritalama araçları başta olmak üzere farklı araçların kullanımı için ideal bir ortamdır. Haber sunumundaki yenilikçiliğe dair bu kasın önemini daha iyi anlayabilmek için ilk olarak uluslararası medya kuruluşlarında çıkan bazı dosyalara, kullanılan anlatı tekniklerine ve uygulamalara bakmak şart.
Örneğin Financial Times’ın şu haberini ele alalım. Haberin yapısı, kuruluşu gibi meseleler tek başına derslerde okutulacak kadar iyi bir örnek teşkil ediyor. Sembolleşmiş bir yapının haberin merkezine konulması, futbol taraftarlarınca uluslararası tanınırlığa sahip bir isim olan Christian Atsu’nun da o konutta hayatını kaybetmiş olması gibi evrenselleşmiş haber değeri anlayışına uygun bir yaklaşımla inşa edilen haberde basit görünebilecek ve Mapbox kullanılarak (hemen fiyattan şikâyet etmeyin, ücretsiz planları ve ücretsiz başka uygulama alternatifleri de var) teknik bağlamda güçlendirilen bir anlatı ortaya konmuş olması sadece Financial Times’ın Financial Times olması ile ilgili değil.

Türkiye’de 2010’ların başından bu yana en az 2000 gazeteci ya da gazeteci adayı benim ya da alanımda ders veren ve haritalaştırma anlatan uzmanların derslerine katılmıştır. Katılanların bazıları da bu araçları kullandılar; ama editoryal politika, teknik meseleler ve tabii ki haber merkezlerinin bu dönemde bile “performans telaşı” adına incelikli üretilmiş işlere yer vermemesi insanların önünü kesti. Bu araçların birçoğu ile ilgili Türkçe rehberler mevcut, özellikle ücretsiz olanlarla. En bilinen araçlardan biri olan Storymap’e dair rehber burada mesela. Yine FT’nin hikâyesinde kullanılan uydu fotoğrafları ve benzeri karşılaştırmalı analiz materyalini kullanabileceğimiz çok sayıda ücretsiz araç varken ve geniş bir coğrafyaya yayılan bu hikâyeyi anlatabilmek için ayrışma potansiyeli en düşük araç olan yazıya başvurmak ne yazık ki hiç yeterli bir yaklaşım değildi.
Sorunları tespit ettik, yanıtları arama zamanı
Sorunun katmanları ortada. Bu sorunlardan ifade özgürlüğü kısıtı, kaynak yetersizlikleri gibi çok haklı olunan argümanlarla kaçınmak bugüne dek gördüğümüz yanıt idi. Fakat Türkiye’de medya 2010’ların başındaki veya ortasındaki noktada değil. Hibe programlarıyla desteklenen medya da, kâr amaçlı bağımsızlık iddiasındaki medya da geçmişe göre ekonomik ve teknik olarak çok daha güçlü. Çoğunlukla sürdürülebilirliğe pek de etkisi olmayan performans kriterleri ve şahsi kariyerlerin ihtiyacı gereği görünürlük savaşına kurban verilen editoryal kalitenin tekrar hem hibe programlarının karar verme süreçlerinde, hem de medya sahiplerinin yatırım süreçlerinde ana değer olarak öne çıkması gerekiyor. Bir haberin sansürden şikâyetçi bir gazeteci tarafından yapılması o haberi iyi yapmıyor. Haberi iyi yapan, kaliteli yapan unsurlar bundan çok daha fazlası. O unsurlara da ancak bu sorun katmanlarını iyi anlamış ve aşmak için çözümler geliştiren medya kuruluşlarıyla erişebiliriz.