4 Ekim 2021 tarihinde tüm dünyayı etkileyen bir olaya tanık olduk. Akşam saatlerinde önce WhatsApp’ta mesajlarımız iletilmemeye başladı. Haliyle ilk olarak internet bağlantımızı kontrol ettik. Bazılarımız bağlantıda sorun yaşadığını düşünerek telefonu yerine bıraktı. Bazılarımız ise Instagram veya Facebook’a giriş yapmayı denedi.
Üç uygulamaya da ulaşılamayınca iletişim büyük ölçüde engellendi. İnsanlar meraklandıkça Twitter’a koştu. Kimse haber sitelerine koşmuyordu çünkü insanlar haberleri haber sitelerinden veya televizyondan değil sosyal medyadan alır olmuştu.
Facebook, Instagram ve WhatsApp’ın altı saatliğine çökmesi aslında hepimize tekrardan şunu hatırlattı: Her tarzdan küçük veya büyük işletme, haber kuruluşu veya insanlar ile iletişimimiz bu üç uygulamaya, dahası hepsinin sahibi olan Mark Zuckerberg’e bağlıydı. Bu üç uygulama telefonun yeniden icadı gibiydi. Aynı zamanda küreselleşmenin somut hâliydi.
Sadece Facebook Inc. değil, şu an dünyanın en büyük hisse senedine sahip olan teknoloji devleri bugün hayatımızı yönlendiriyor. Kısaca “Big Tech” olarak anılan bu firmalar, son yıllarda ürettikleri araçlarla hayatımızın resmi olarak bir parçası.
Pandemi nedeniyle birçok sektör büyük bir çalkantı yaşasa da bilgi teknolojileri amansız bir şekilde yükseldi. Bu dijital yükseliş haberlere ulaşımı kolaylaştırdı. Artık birçok insan haberi Instagram, Twitter veya Facebook üzerinden okuyor. İnsanlar her medya kuruluşunu teker teker incelemek yerine basit bir şekilde aşağı kaydırarak zaman tünellerinde haberlere ulaşabiliyor. Fakat internetin tekelleşmesi düşünülmeyen etkiler yaratıyor.
Nasıl bir tekelden bahsediyoruz?
Büyük teknoloji firmalarının sunduğu imkânların demokrasinin yayılmasını, fikir özgürlüğünün sınırlarının genişlemesini sağlayacağını bekleyenler vardı. Fakat bu uygulamaların meşruluğu artık yüksek sesle ve geniş kesimlerce tartışılıyor. Bunu aşama aşama bir internet günlüğü şeklinde şöyle anlatabiliriz:
Bilgisayar açıldığında yapılan ilk işlerden birisi bir internet tarayıcısını açmak oluyor. Dünyada yaklaşık 4.3 milyar kişi internet kullanıyor ve bu insanların %86’sı varsayılan tarayıcısı olarak Google’ı kullanıyor.
Google’ın arama motoruna yazılan kelimeler, son yıllarda güncellenen özellikleriyle arama motoru optimizasyonuna (SEO) uygun olan metinleri gösteriyor. Bu metinlerin ilk sayfada çıkma oranları eğer anahtar kelimeleri barındırıyorsa veya optimizasyona uygun bir şekilde yazılmışsa sitenin tıklanma sayısına da bağlı olarak yükseliyor.
Buraya kadar gayet normal. İstenen anahtar kelimeyle araştırma yapıyoruz ve sonuçlar karşımıza çıkıyor. Fakat sıkıntı da tam burada başlıyor.
Google, öne çıkanları ayrıca haber kurumunun bağımsızlığına, haberin özgünlüğüne, haber dilinin içinde nefret söylemi dahil uzmanlık, yetkinlik, güvenilirlik ve olumlu şöhret gibi birçok kategoriye göre sıralıyor. Ayrıca son yıllarda sık sık gördüğümüz dezenformasyon da bu kategoriler içerisinde yer alıyor. Eğer haberler bu denetimleri geçerse, ilk sıralara çıkma şansı yükseliyor veya en azından öyle olması bekleniyor. Fakat özellikle Google Türkiye’de işler tam olarak böyle yürümüyor.
Google, kuralları çerçevesinde ana akım medyaya yer verdiği kadar bağımsız medyaya da optimizasyonunda yer verip farklı görüşlerin yer aldığı bir mecra olmaya çalıştığını sık sık belirtiyor. Bunun için “titiz” çalışmalar yaptığı belirtilse de Google hâlâ birkaç medya kuruluşuna ait olduğu bilinen siteleri öne çıkarmakta ısrarcı. Bu ise tek fikir ve tek sesliliği getiriyor.
Google kimi kayırıyor?
2021 yılında basın özgürlüğünde 180 ülke arasında 153’üncü seçilen Türkiye, bir yandan hükümet sansürüne tabi kalırken bir yandan da büyük teknoloji firmaları tarafından saf dışı bırakılıyor.
Medyanın yaklaşık %90’ının devlet kontrolü olduğu bir durumda, Google ana akım medyadaki nefret söylemlerine veya dezenformasyona aldırmadan bu taraf ile çalışmaya devam ediyor.
Bunların en açık örneklerinden bir tanesi ise Google’da “LGBT nedir” aramasını yapmak. LGBT hakkında Google’da arama sonucu 10 adet link karşımıza çıkarken bunların 8’ini haber siteleri oluşturuyor. Bu haber sitelerinin hepsinde benzer tanımlar olmasına karşın, birkaçında ise ilk sayfada olmasına rağmen şöyle cümleler bulunuyor: “Küresel şer odakları tarafından fonlanan LGBT’li sapıklar”, “LGBT üyeleri İslam’ın kutsallarına karşı da saygısızlıkta bulundu”, “Çocukları bekleyen büyük tehlike”.
Benzer duruma farklı örneklerde de rastlıyoruz: Google Haberler’e “İsrail Yahudi” yazıldığında öne çıkan ilk 10 haberin 9’u direkt olarak ana akım medyaya ayrılmış.
Başka bir örnekte ise Google Haberler’e “Koronavirüs” yazıldığında ilk çıkan 10 haberin 8’i belli bir kesime hitap eden kuruluşlar olarak sınırlanıyor. Bu gibi örnekleri birçok konu başlığı ile çoğaltabiliriz.

International Press Institute (IPI) tarafından hazırlanan 2021 Türkiye Dijital Medya Raporu’nda belirtildiği üzere, Google, arama motorunda yapılan herhangi bir haber temalı aramada %90 oranında üç adet haber kuruluşuna yönlendiriliyor.
Burada makasın ucu o kadar fazla açılıyor ki Google’un yönlendirmesi adeta bir görüşe yakın kuruluşların tüm Google Türkçe’ye neredeyse hâkim olmasını sağlıyor. 22 milyonluk gerçek kullanıcıya sahip olan Sözcü ise bu büyük pastadan en yüksek payı alan muhalif kuruluş olmasına rağmen, diğer grup medya kuruluşları Sözcü’den en az 2 kat olmak üzere 4 kata kadar daha fazla erişim sağlayabiliyor.
Eleştirel medya kuruluşlarından görülen Halk TV ve Yeniçağ’a ise aramalarda sadece birer öne yönlendirme tanınmış. Yani Google Türkçe’de bir arama yaptığınızda karşınıza (yine de konudan konuya değişiklik gösterebiliyor) 5 büyük medya kuruluşu harici başka bir kurumun çıkması oldukça küçük bir ihtimal. Bu sırada bahsedilen 5 büyük firmanın 3’ü, Google’ın önceden anlaşma yaptığı Demirören Medya Grubu’na ait.

Facebook ve manipülasyon gücü
Günlüğümüze kaldığımız yerden devam edelim. İnterneti kullanan bir insan, haberleri inceledikten sonra en popüler sosyal medya uygulamalarından birisi olan Facebook’a girsin.
Facebook’a üye olan birisi, konumuna ve eklediği arkadaşlara, izlediği videolara, videoları kaç dakika izlediğine, beğendiği gönderilere göre karşısına çıkarılan haber akışını takip ediyor. Bildiğimiz Facebook zaten yıllardır bunları yapıyor değil mi? Peki o zaman Facebook, son yıllarda neden topa tutuluyor?
Bunun en büyük sebeplerinden biri Facebook’un algoritmasından kaynaklanıyor. Gerçi son yıllarda yapılan güncellemelerle beraber Facebook, algoritmasında değişime karar verip kişilerin daha fazla yakın çevre ile alakalı gönderileri göreceğini belirtmişti. Buna oranla medya kuruluşlarının erişim oranı düşse de Türkiye’deki 37 milyon, dünyada aylık 2 milyar 890 milyonluk kullanıcıya sahip olan Facebook hâlâ dünyadaki en popüler sosyal medya ünvanını elinde tutuyor.
Facebook’taki sorun ise sadece Türkiye ile veya yerel medya ile alakalı değil, kendi başına küresel bir tartışma sorunu. Facebook algoritmaları yıllar boyunca geliştirilip kullanıcının en yüksek derecede ilgi alanlarını ölçmeye çalıştı. Fakat bu süreç boyunca Facebook o kadar fazla gizlilik ihlali yaptı ki kişisel verilerin korunma hakkı birçok kez yok sayıldı. “Kişisel verilerim satılmış olsa bile ne kaybederim? Benim için bir sorun yok” gözüyle bakıyorsanız aslında yanılıyorsunuz. Çünkü Facebook aynı zamanda Instagram ve WhatsApp uygulamalarının da sahibi.
Tehlike burada başlıyor: Kullanıcı haber akışında gezerken Facebook algoritması size sürekli yeni bir gönderi öneriyor. Bu gönderiyi ne kadar izlediğiniz, herhangi bir etkileşime girip girmediğiniz gibi birçok yöntemle ilginiz ölçülüyor. Bu ölçülemlendirme sonrasında sizi bir dahaki en yakın ilgi alanınıza tekrardan yönlendiriyor ve bu belli bir süre devam ediyor. Belli bir kullanım sonunda Facebook tüm aktivitelerinizi toplayıp aslında size bir kimlik çıkartmış oluyor ve bu kimlik üzerinden sizin neyi görüp neyi görmemeniz gerektiğini dizayn ediyor.
Hâlâ bir sorun göremiyor musunuz? Facebook’u veya Facebook’un diğer ürünlerini sadece ailenizi ve arkadaşlarınızı görmek için kullandığınızda bu her kullanıcıyı ilgilendirmeyen bir olay gibi gözükebilir. Fakat Facebook’un en çok eleştirildiği noktalardan birisi algoritmalar tarafından oluşturulan kimliğiniz ile neler yapılabileceği.
Yankı odaları
İlk olarak, Facebook algoritmalarıyla kullanıcılara bir oda oluşturuyor gibi düşünebilirsiniz. Bu odada aile üyeleri, iletişimde kalınan yakın arkadaşlar yer alıyor, sonrasında ise kişinin en çok takip ettiği kanallar ve sayfalar gösteriliyor. Kullanıcı bir gönderiye ilgi gösterdiyse ve yakın çevrenizde insanlar da buna benzer tepkileri gösterdiyse, bu ve buna benzer sayısız içerik kullanıcının haber akışına giriyor. Bu da sürekli aynı kaynaktan benzer haberlerin kullanıcıların karşısına çıkması anlamına geliyor. Yani, kişisel haber akışının nesnelliği tamamen ortadan kalkıyor.
Sürekli belli bir tarafın görüşünü yansıtan haberlere maruz kalmış bir kullanıcı, psikolojik olarak taraf medyanın sağladığı bilgiye sadık bir şekilde inanmaya başlıyor. Bu inanç şöyle bir durum yaratıyor: Kullanıcı maruz kaldığı bilgiler sonrasında inandığı taraf ile muhalif taraf arasında bağımsız bir değerlendirme yapamayacak seviyeye geliyor ve devamında kendi inançları ile karşı tarafın inançları çatışmaya başlayabiliyor.
Sosyal medyada yaşanabilecek herhangi bir tartışma fiziksel hayata oranla daha basit, sorgulanamaz ve kontrolsüz olduğu için de kutupların sosyal medya üzerinden nefret söylemi yürütebilmesi çok daha kolay. Bu da toplumların önce sosyal medyada ardından günlük hayatta kutuplaşmasına yol açabiliyor. Toplum birbirini daha az dinlemeye başlıyor, suçlamalar artıyor ve toplum fikirsel olarak bölünüyor.
Facebook ve diğer sosyal medya platformları kullanıcılar için “yankı odaları” oluşturuyor. Bu yankı odaları dış fikirlere kapalı bir şekilde kullanıcıları manipüle edebiliyor ve sonuç olarak bir yalan haber o kadar fazla yayılıyor ki ortaya infodemi çıkmaya başlıyor.

Eleştiriler artıyor
Aslında bir bakıma yukarıda bahsedilen olayların hepsine şimdiden tanık olduk. Örnek olarak Facebook gruplarını aktif bir şekilde kullanan aşı karşıtları ve dünyanın düz olduğunu savunanlar gösterilebilir. Bu kitleler açtıkları gruplar sayesinde kolektif bir şekilde hareket etme şansını buldular.
Son yıllarda birçok kez Facebook ve Google direkt olarak resmi kurumlarla ve ülkelerle oldukça büyük sorunlar yaşadı. Facebook ürünlerinin sahibi Zuckerberg, ABD’de mahkemelerin karşısına çıktı. Avrupa Birliği Facebook üzerinden dijital güvenliği sağlamak için birçok görüşme gerçekleştirdi, ama hiçbiri tam olarak istediğini alamadı.
Avusturalya ile Facebook ve Google, yerel medya üzerine kriz niteliğinde değerlendirebilecek sorunlar yaşadı. 2016’da Rus hackerların Facebook’un reklam algoritmasını kullanarak nasıl seçime müdahale ettiği tarihin tartışmalı olaylarından biri olmaya devam ediyor.
Fakat sosyal medyanın kötüye kullanımıyla nasıl büyük bir silaha dönüşebileceği en çok kendini Sri Lanka’da ve Myanmar’da gösterdi. 700 binden fazla kişi dolaylı olarak Facebook üzerinden yayılan bir yalan haber yüzünden evinden edildi ve birçok insan hayatını kaybetti.
Tabii ki kimse bu kurumları kötü bir amaç ile başlatmadı. Hatta hakkı verilmeli ki bu kurumların hepsi dünyayı değiştirecek seviyede büyük etkiler yarattı. Yarattığı pozitif etkilerle big tech denilen kurumlar o kadar büyüdü ki dünyanın en değerli şirketleri arasında yer alıyor ve elinde büyük bir güç barındırıyor. Öyle ki bugün, sadece Facebook’un hisse senedi Türkiye’nin gayri safi yurt içi hasılasından daha büyük. Gittikçe büyüyen bu firmaların gücü de piyasa oranına göre artıyor ve büyüdükçe müdahale etmesi zorlaşıyor.
Eninde sonunda Facebook ve Google dahil tüm tarzda teknoloji firmalarını besleyen kullanıcılar, yani biziz. Fakat bu kurumlar hiçbir şey kaybetmiyor değil. Özellikle Facebook, son yıllarda büyük bir eleştiri altında ve bu eleştirilerden bazıları Mark Zuckerberg ile direkt olarak yakından çalışan insanlardan geliyor.
“Daha fazla devam edemezdim” gibi cümleler ile Facebook’tan ayrılan yüksek rütbeli isimler, Facebook’un “seçilmemiş bir hükümet” gibi davrandığını, bir güvenlik sorunu hâline geldiğini; özellikle reklam politikasıyla kullanıcılara güvenli bir ortam sunmak yerine tamamen kâr amaçlı, parayı veren düdüğü çalar tarzında bir yaklaşımı olduğunu belirtiyor.
Günümüzde en çok kullandığımız uygulamalar gerek haberciler gerek toplumlar için bilinçli bir şekilde kullanılmadığı sürece geleceğe şüphe ile baktırabiliyor. İşte tam olarak bu yüzden, bağımsız ve tarafsız gazeteciliği sadece teknoloji firmalarının eline bırakamayız.
Onlardan yararlanabilir, geliştirmek için beraber çalışabiliriz. Fakat şunu unutmamalıyız; bizlerin, ebeveynlerin ve üniversiteler gibi bilim yaymayı hedefleyen kurumların geleceğimiz için büyük bir sorumluluğu var: Dijital farkındalık ve medya okuryazarlığı.