Gazetecilik, yazarlık, fotoğrafçılık ve film yönetmenliği yapan Ömer Faruk Baran ile fotoğrafla tanışma sürecini konuştuk.
“Tercüme” adlı bir dakikalık filminiz ödül aldı, bize biraz bu süreçten de bahseder misiniz?
Film Kobani Savaşı dönemini anlatıyor. Film 1 dakika ama filmin yapım süreci senaryosu, görüntüsü ve tasarımıyla baktığımızda 7 yılda tamamlandı. Kobani Savaşı döneminde bir grup sağlık çalışanının kaçak bir şekilde Kobani’ye gitmeye çalışırken karşılaştığı zorluğu anlatıyor film bir taraftan, bir taraftan Kürtçe ile Türkçe arasındaki sınıra değiniyor.
Fotoğraf çekmek ilgi alanınıza ne zaman girdi ve profesyonel bir biçimde bu işi yapmaya nasıl karar verdiniz?
Profesyonel denince daha çok para kazandırıp kazandırmaması açısından bakılıyor fakat benim için profesyonellik ile amatörlük arasında pek bir fark yok. Fotoğraf çocukluğumdan beri ilgi duyduğum bir şeydi. Edebiyata da merak saldığımdan okuduğum metinlerde fotoğraf görmeye çalışıyordum. İlk fotoğraf makinemi üniversite yıllarımda aldım. John Berger gibi isimlerin fotoğraf hakkında yazdıklarını okudukça fotoğrafa olan ilgim arttı. 2014 sonrası, gazeteciliğe de başlayınca daha çok fotoğraf çekmeye başladım.

Foto muhabirliği sizin olaylara yönelik algınızı değiştirdi mi?
2014-2015 yılları arasında Kobani Savaşı’nı takip ettim. Daha sonra 2015-2016 yılları arasında Sur’dan Silopi’ye çatışmalı birçok yerde fotoğraf çektim. Çektiğim anda değil de sonradan baktığımda fotoğraflar beni sarsıyordu ve süreci tekrar yaşıyordum. Zorlandığımı söyleyebilirim. Uzun süre deklanşöre basıp basmamakta tereddüt yaşıyordum. Benim algım fotoğraflarla muhakkak ki değişmiştir. Fakat somut bir örnek veremeyeceğim.
Her fotoğraf karesine baktığımda o süreci tekrar yaşıyorum dediniz. Bu süreci nasıl aştınız?
Çatışmalı bölgelerdeki işlerimin bitmesinden beş altı ay sonra ciddi bir boşluğa düştüm. O fotoğraflar ne işe yaradı, neden çektim, ne oldu, ne değişti gibi sorular sormaya başladım kendime. Sorulara net cevaplar veremeyince de düştüğüm boşluk büyüdükçe büyüdü. Uykusuz gecelerin sayısı gittikçe arttı. Halen de yaşıyorum bu problemi, geceleri pek uyuyamıyorum. Bunu aşmak için psikolojik tedavi yöntemlerine başvurdum. İyi bir noktaya gelmiş olduğumu söyleyemem. Sadece artık bununla biraz daha barışık bir şekilde yaşıyorum.
Gazetecilik, yazarlık, fotoğrafçılık ve film yönetmenliğini yapıyorsunuz. Fotoğraf çekmek edebiyat ve sinema gibi alanlarlarda sanatınızı geliştirmenize yardımcı oldu mu?
Tabii ki oldu. Ben yazarken de fotoğraf çekip yazıyorum. Film çekerken de bir şekilde fotoğraf çekip yazıyorum. Sinemacıların çok sevdiği bir replik var, “Fotoğraf gerçektir, sinema saniyede 24 defa gerçektir”, Jean-Luc Godard’ın bir filminde geçiyor. Fotoğraf ile yüzleştiğim gerçeklik, edebiyatta da sinemada da karşıma çok çıktı.



Fotoğrafçı ile foto muhabir arasındaki farklar sizce nelerdir?
Foto muhabir fotoğrafıyla bir haber vermek zorunda. Ama fotoğrafçı bir haber vermek zorunda değil.
Genç foto muhabirler için önerebileceğiniz, bir foto muhabir olarak estetik veya etik bakış açınızı etkilemiş bir kitap var mı?
Roland Barthes, Walter Benjamin, Susan Sontag ve John Berger’in fotoğraf hakkında yazdığı her satırı öneriyorum. Keyif alarak okudum ben şahsen, bana çok şey kattılar.

Meslek hayatınız boyunca binlerce kez deklanşöre bastınız. En çok beğendiğiniz fotoğrafınız hangisi ve ne zaman çektiniz? Varsa anısı o kareyi anlatabilir misiniz?
“Beğenmek” belki biraz abes kaçar, benim için “en zor” fotoğrafı paylaşayım sizinle. Cizre’de, 2016 yılında çekmiş, adını da “Nexşeya Neynikî” (Ayna Harita) koymuştum. Bu fotoğraftan çok etkilendim, benim için hâlâ en zor fotoğrafım.