Ramazan Öztürk: “Bir fotoğraf bir savaşı başlatabilir de bitirebilir de”

Gazeteciliğe 1975 yılında Dünya Gazetesi’nde başlayan Ramazan Öztürk’ün fotoğrafları dünyanın sayılı fotoğraf kitaplarında yer aldı. Şimdilerde haber belgeselleri üzerine çalışan Öztürk 107 ülke gezmiş, yaklaşık 20 savaşa tanıklık etmiş. Öztürk, savaş muhabiri olarak tanınsa da o kendisini gazeteci olarak tanımlıyor.

Biz de kendisiyle meslek hayatı üzerine derinlikli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Sizi tanıtmak için birçok farklı ifade kullanılıyor: foto muhabir, savaş muhabiri, gazeteci, fotoğrafçı… Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Aslında hepsi var ama ben gazeteciyim. İlk başladığımdan itibaren haberi yaparken aynı zamanda fotoğrafını çektim. 1986’da savaş muhabirliğine başladım, gittiğim yerlerde yanımda ikinci bir foto muhabiri götürmüyordum. Savaş muhabirliği dışında özel haber yaptım, araştırma dosyaları hazırladım, birçok yolsuzluk haberi yaptım. Türkiye’de yerel gazetecilikte en popüler alan diyebileceğimiz polis-adliye muhabirliğini de yaptım yıllarca. 12 Eylül dönemi öncesi ve sonrası mahkeme, siyasi ya da ağır cezalık davaları takip ettim. Bunların hepsi meslekte iyi tecrübeler kattı bana. Savaş muhabirliğinde de yıllarım geçti gerçekten. 86’dan bugüne aşağı yukarı dünyada olan savaşların, örnek olarak 20 savaş desek 18’ini gördüm ben.

Fotoğrafı çok önemsiyorum. Türkiye’de bu işi yapanların fotoğraf olayını çok iyi algıladıklarını inanmıyorum. Bizim dönemimizde gazeteler foto muhabirine küçümser gibi bakarlardı. Foto muhabir ve muhabir ayrımında da çok taraf değilim, muhabirdir o da. O fotoğrafla anlatıyor, öbürü yazıyla anlatıyor. Ama bazen fotoğraf tek başına, sayfalar dolusu yazının anlatmaya çalıştığı şeyi bir karede anlatabilir; ki bunun örneklerini tarih gösteriyor bize zaten. O bakımdan her zaman gazeteci, haberci dediğin iki işi birlikte yapmasını bilmeli. Ben bunu yapmaya çalıştım bugüne kadar.

Haberci için fotoğraf da bir tür not almadır, değil mi?

Şöyle anlatayım, ben gittiğim haberlerde savaş bölgesi olsun veya olmasın mutlaka not defteri götürürüm yanımda. Ben ona “akıl defteri” derdim ve sadece isimleri, tarihleri ve yer isimlerini yazardım. Diğerleri fotoğraf çekerken aklıma yazılırdı. Gazeteye geldiğimde fotoğraflar, filmler banyodan çıkıp önüme geldiğinde her şeyi hatırlıyordum. Yani yazmışım gibi oturup ondan sonra haberimi yazıyordum. O insanların duruşları, yüz ifadeleri, mimikleri hepsi sanki yeniden gözümün önünde canlanmış gibi hafızamı açıyordu.

Sizi gazetecilik hayatınız boyunca daha çok savaşın olduğu alanlarda gördük. Bu sizin tercihiniz miydi? Yoksa çalıştığınız kurumların talebi sonucunda mı bu alanda uzmanlaştınız?

Bu biraz da benim yapımla ilgili; zoru seven bir insanım. Gazeteciliğe 16 yaşında başladım. Masa başında oturmayı sevmiyordum sahada olmam gerektiğini düşünüyordum. Neler olup bittiğini gözlerimle görmeliyim, dokunmalıyım ve o insanların ruh hallerini bilmeliyim ki yazdıklarım gerçeği yansıtsın diye inandım.

70’li yıllarda, her yerde her gün bir olay varken polis muhabirliği yaptım; kahveler basılıyor, taranıyor, geceleri insanlar öldürülüyor. Her sabah biz radyodan bozma polis telsizi dinlerdik. Ben gece çalışırdım, gündüz de üniversiteye gidiyordum, çünkü öğrenciydim. Yatamıyordum, sabaha kadar nöbette, oraya koştur buraya koştur, orada kahve tarandı burada bomba patladı orada biri öldürüldü orada biri kaçırıldı… Sabah olunca da daha sabahın ilk ışıklarında polis telsizinde peş peşe anonslar olurdu. İşte o yıllarda öğretim görevlileri öldürülüyordu. Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Abdi İpekçi ve Kemal Türker gibi isimler; siyasi cinayetleri, bu faili belli olup da faili meçhul geçen cinayetlerin hepsini takip ediyorsun. Türkiye adı konmamış bir iç savaş yaşıyordu 70’li yıllarda. Ben de bütün bunları takip ettim.

Benim yapımda bu var zaten. O yüzden İran-Irak Savaşı’na gönüllü olarak ilk ben gittim. Gidiş de o gidiş, ondan sonra hep ben gitmeye başladım. İran-Irak Savaşı’ndan, cephelerden getirdiğim fotoğraflar, hiç unutmuyorum, Sabah Gazetesi’nde herkesi ayağa kaldırmıştı. Öyle bir şey yoktu, çünkü tüm basında yayımlanmamıştı. Dehşet şeylerdi. Ondan sonrasında da gittiğim yerde çok iyi irtibat kuracağım insanlar oldu.

Yugoslavya, Kosova, Irak, Körfez Savaşı ve çok farklı kıtalardaki savaşlara tanık oldunuz. Gittiğiniz yerler veya tanık olduğunuz olaylar arasında sizi en çok etkileyen yer veya olay ne oldu?

Orta Doğu’dan Afrika’ya, Asya’ya… Hakikaten dünyanın birçok ülkesine gittim. Daha sonra bir de “Kırılma Noktası” haber belgeselini hazırlarken gittim. Bu bana çok şey gösterdi, çok şey öğretti ve beni çok da etkiledi. Savaş kötülüktür ve hiçbir savaşın savunulacak tarafı yoktur. Bilinen bir laf vardır, “çok mecbur kalmazsan” yani kendini savunmaya yönelik değilse başka türlüsü cinayettir.

İran-Irak Savaşı da, Çeçenistan-Rusya Savaşı da, Bosna da beni çok etkiledi. Rus-Çeçen savaşında bir haber yapmıştım. Manşet girmişti gazeteye. Hatırladığım kadarıyla şöyleydi: “Savaş kötüdür kimlerin arasında olursa olsun. Bütün insanların kanı kırmızı akar. Bütün annelerin gözyaşları da berrak akar ve bütün annelerin yürekleri aynı derecede yanar evladını kaybettiyse.” Çünkü benim için herkes insandır.

Mesela Bosna’da gencecik kızlar korku içerisinde sığınacakları bir yer arıyorlardı. O kadar çaresizler ki… Kosova’da o kadınların, çocukların dramlarını o travmalarını göreceksin yani savaşın cepheden çok cephe gerisindeki insanlarda bıraktığı izler daha derin.

Ama tabii bütün bunların içinde beni en çok etkileyen Halepçe’dir. Benim hâlâ içimde bir yara olarak kalan, hâlâ aklıma geldiğinde sesimin titrediği, gözlerimin yaşardığı bir katliamdır o.

Tam olarak oraya gelecektim İran-Irak Savaşı’nı, Irak’taki Saddam rejimi ile Kürtler arasındaki çatışmaları yakından izlediniz ve Halepçe katliamını “Sessiz Tanık” fotoğrafıyla belgelediniz. Bize biraz o andan bahseder misiniz?

Keşke bu olmasaydı ve ben de gitmeseydim. Böyle bir fotoğraf da çekmeseydim ama, oldu.

Halepçe’ye o ilk girdiğim zaman tüm insanlar ölmüştü, sadece cesetler vardı.

O fotoğraf bir katliamı dünyaya gösterdi. İnsanları düşünmeye ve orada ne olup bittiğine dair araştırmaya zorladı. Hâlâ o “sessiz tanık” fotoğrafına baktığımda çocuğunun üzerine kapanan Ömer Hawar babayı kendim olarak, Allah korusun o daha yaşını doldurmamış bebeği de evladım gibi görürüm. Eğer o fotoğraf olmasaydı belki de Saddam ondan önce 182.000 Kürt’ü Enfal operasyonu sırasında nasıl ki öldürüp yeraltına gömdüyse, bunu da saklayacaktı, dünya göremeyecekti.

Yaralılar İran’a gitmişti. İran’a gittim, hastaneleri ve hastaneye çevrilmiş spor salonlarını dolaştım. Oradaki yüzü gözü yanmış elleri ayakları yanmış çocuklara, yüzleri gözleri yanmış kadınların haykırışlarına tanık oldum. Yani o kadar kötü bir çaresizlik ki… Ukrayna’da bugün olduğu gibi.

“Sizden daha çok korkuyorum ama korkuyu bir tedbire çeviriyorum”

Savaşın doğrudan tanığı olmak ve bunu aktarmaya çalışmak sizin için ne anlama geliyor? Üzerinizde nasıl bir etkisi oldu?

Ben açıkçası dünyanın herhangi bir yerindeki bir savaş haberini izlediğimde çok üzülüyorum. Hafızamda daha önce yaşadıklarım yeniden canlanıyor. Mesela şu anda Ukrayna’dan çok etkileniyorum, orada insanların neler çekebileceğini, o savaş atmosferinin insanlar üzerinde bıraktığı ruh halini çok iyi anlıyorum. O bombanın düşmeden önce çıkardığı sesin insanda nasıl bir ruh hali yarattığını iyi biliyorum. O sirenler çalındığı zaman “acaba buraya düşer mi” korkusunu çok iyi tanıyorum. Su, elektrik, bir banyo ihtiyacının, yatma yeri, güvenlik, çocuğunun bir isteği ne bileyim tüm insani imkânlardan mahrum kalmanın da ne demek olduğunu çok iyi biliyorum.

Tüm bunları biz insanlar yapıyoruz.

Savaş bölgelerinde kendi güvenliğinizi nasıl sağlıyorsunuz? Bunun için ayrıca bir eğitim aldınız mı?

Savaş muhabiri deyince sanki çok donanımlı, çok eğitimli, asla korkmaz bir insan gibi mi görüyorlar diye düşünüyorum. Halbuki öyle değil. Tabii bazıları kendilerini öyle tanıtıyor. Aslında bana bu soruyu sorduklarında yanıtım şu olur: “Sizden daha çok korkuyorum.” Ama korktuğum için geri çekilmiyorum. Korkuyu bir tedbire çeviriyorum. Mesela öncelikle gittiğin ülkeyi tanıyacaksın. Ülkenin etnik yapısını, inanç yapısını, coğrafyasını… hangi nedenden gidiyorsan ve hangi olay varsa o olay hakkında bilgi sahibi olmalısın. En azından ön bilgi sahibi olmalısın, tarafların kimler olduğunu bilmen gerekiyor. Gittiğin yerde ben gazeteciyim, bana kimse dokunamaz havasında olmamalısın; tedbir bunlardır. Orada ne bir kahramansın ne bir kamikazesin; gazetecisin ve giderken de hangi ülkeden hangi gazeteden geldiğini bir yana bırakacaksın. Mesleğin evrensel kuralları çerçevesinde bakacaksın, ancak o zaman tarafsızlığını koruyabilirsin.

Ağırlıklı olarak sahada çalışan biri olarak masa başından gelen bir sansüre maruz kaldınız mı ya da otosansür uyguladınız mı?

Otosansür yapmak durumunda kaldım. Sansüre de maruz kaldım. Ama mümkün olduğunca bunları geçmeyi başardım. Başaramadıklarım da var. Bir keresinde Türkiye’de ilk defa 1997 yılında yanılmıyorsam İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) ile röportaja gittim. Benim hakkımda 4-5 ay araştırma yapmışlardır, sonunda kabul ettiler. İskoçya’ya gittim. İskoçya’dan onların insanlarıyla buluştum oradan Londonderry Belfast IRA militanlarıyla görüştüm. Onların protesto gösterileri içerisinde bulundum. Efendim cezaevinde 10 yıl, 7 yıl, 15 yıl kalmış kadın erkek militanları ile de röportaj yaptım. İrlanda’da şöyle bir şey vardı. Normalde herkes barda, kafede ve sokakta normaldir ama bir olay olduğunda bir anda maskeli ve silahlı yüzlerce insan bir arada toplanabilir ve senin o sokakta, barda, kafede gördüğün herkes aslında birer militandır. Bunlarla maskeli ve silahlıyken görüştüm. Sinn Féin Partisi ile görüştüm Gerry Adams ile röportaj yaptım. Sonra IRA’nın gizli asıl genelkurmay başkanı olan Martin McGuinness ile röportaj yaptım. Bu dört dörtlük bir röportajdı. 22 gün sürdü oradaki günlerim. Gazeteden izin alarak gitmiştim. Döndüm yazdım, seri olarak çıkacaktı. O günlerde Özdemir Sabancı öldürüldü. Ortalık karıştı. Fakat bizim yazı dizisi televizyon reklamları ile tanıtılıp öyle yayınlanacaktı, yayınlanmayınca Zafer Mutlu’nun yanına çıktım, genel yayın müdürüydü. Aynen şöyle dedi “oğlum” dedi, oğlum dediğine bakmayın aynı yaştayız. “Sabancı’yı bilmem kaçıncı katta öldürdüler” dedi. “Bizi hayli hayli öldürürler. Eğer biz bu yazı dizisini yayınlarsak IRA-PKK ile özdeşleştirilir. Bizi öldürürler.” dedi ve o röportaj yayınlanmadı. Bende halen duruyor. Onu kitap yapacağım.

Hiç yaptığınız işe devam etmemeyi düşündüğünüz oldu mu? Olduysa ne zaman ve neden?

Yok, devam etmemeyi düşünmedim, ta ki 2001 yılına kadar. Dinç Bilgin hapse girdi medya iyice bozuldu. TMSF el koydu, iş bozuldu. İsyan ettim, bıraktım; iki buçuk sene ayrı kalabildim. Tekrar döndüm ama birçok haber için gazetede sorun yaşadım. Çünkü bazen başka bir ülkeye gidiyordum ama yazı işleri müdürü benim haberimi girmeyebiliyordu ya da imzasız haberi giriyordu bu da beni çok yordu. Ben savaş bölgelerindeki tehlikelerden bıkmadım, orada çektiğim eziyetten asla yılmadım, önüme çıkan bütün zorlukları hayatım pahasına aşarken neden bu işi yapıyorum demedim, çok yoruldum, aç ve susuz kaldım her türlü zorluğu çektim ama hiçbir zaman bıkmadım ya da zorlanmadım. Beni en çok üzen, en çok bıktıran gazeteye haberi sokmak oldu. Adam hayatında habercilik yapmamış, dışarı çıkmamış, haber hangi şartlarda elde ediliyor onu yaşamamış, liyakat sıfır. Oraya oturtmuşlar, adam sayfaya haberi koyarken imzanı ya unutuyor kasıtlı olarak ya en kötü fotoğrafı seçmeye çalışıyor ya da mutlaka bir dümen çeviriyor.

Ne zaman ki gazetede haber çarpıtılmadan, çıkarılmadan, doğru dürüst girdiyse ben rahat bir nefes aldım ve dünyadaki en mutlu insan ben oldum.

Günümüzde gazeteciliğin en temel sorunu ekonomik bağımsızlık. Gazeteler de gazeteciler de bir ekonomik mücadele içinde. Gazeteciliğe yeni başlayan birine tavsiyeleriniz neler olurdu?

Benim haber koordinatörüm Aydın Öztürk “gazetecilik zengin işi” derdi.

Şimdi mesleğe girecek arkadaşların Allah yardımcıları olsun, gazetecilik kalmadı. En büyük sömürüyü gazeteler yapıyor. Belli kişilere iyi maaş veriliyor. Ama asıl emekçi olan yani sahada canını dişine takan insanları mümkün oldukça maddi anlamda sömürmeye çalışırlar. Onun için şimdi kimseye git gazetecilik yap demem. Geçinemezsin çünkü. Şimdi bir gazeteciye güvenilirlik anketi yapılsa herhalde güven oranı yerlerde olur. Eskiden gerçekten dördüncü kuvvetti, bir güvenilirliği vardı gazetecinin. Onun için genç arkadaşlara şu düzende, şu ortamda gazetecilik yapmalarını tavsiye etmem.

Gazetecilik mesleğiniz boyunca çektiğiniz en güzel ya da güçlü kare hangisi; hikâyesini bizimle paylaşır mısınız?

Beni herkes Halepçe’deki “Sessiz Tanık” fotoğrafıyla bilir. Çünkü o çok öne çıktı ve ağırlığı olan bir fotoğraftı dünya çapında. Dünya çapından 30 kadar ödül aldım. Amerikan Gazeteciler Birliği’nin birincilik ödülü, Time, Life ve başka birçok farklı kurumdan ödüller aldı. Fakat başka fotoğraflarım başka haberlerim de var ödül alan. Türkiye’nin 12 Eylül’ünü anlatan fotoğraf var mesela o da ödül aldı.

Fotoğraf çekerken çok dikkat ederim. Normal bir bakış bana çok şey anlatabilir, kesinlikle kurgulanmış bir enstantane çekmek istemem. Fotoğraf çok şey anlatır. Bana göre fotoğraf insanlığın evrensel dilidir, ayna gibidir, manipüle etmediğin sürece fotoğraf gördüğünü yansıtır. Yüzyıl geçse bile neyse odur. Onun için düşündürür insanı, bakanı düşündürür. Bir fotoğraf bir savaşı başlattığı gibi bir fotoğraf bir savaşı bitirir de.

Yazar hakkında

Perihan Kaya

Perihan Kaya, 05.05.1986 tarihinde Kars'ta doğdu. 1995'te Kars'tan göç edip İstanbul'da yaşamaya başladı. Gazetecilik hayatına 2004 yılında Dicle Haber Ajansı'nda (DİHA) başladı. 2012-2016 yılları arasında Diyarbakır merkezli, Türkiye'nin ilk kadın haber ajansı Jin Haber Ajansı'nda (JINHA) çalıştı. Piya Yapım Şirketi'nde program yöneticisi, Podcast Kürdi'de podcast programcısı olarak çalışan Kaya, halen serbest gazetecilik yapıyor.