Yerel ve alternatif gazeteciliğin taşlı yolu

Getting your Trinity Audio player ready...

1969 yılının Aralık ayında, San Francisco’ya arabayla yarım saat uzaklıktaki Berkeley çıkışlı, haftalık Berkeley Tribe gazetesini eline alanlar şöyle bir manşetle karşılaştılar: “STONES KONSERİ OLAYI BİTİRDİ. Artık İlk Gelen Amerika’yı Alır”. Manşeti şu satırlar takip ediyordu: “Altamont… Amerika’nın bir grup insanına atfedilen masumiyet mitini yerle bir etti. (…) Tek günlük mikro toplumumuz kapitalist açgözlülüğün ölüm sancılarına mahkum edildi (…) Belli ki kontrol kimsede değil. Ne Angels’da, ne de halkta. Ne Richard Nixon’da ne de onun domuzlarında. Kimsede değil.” 

Bölgeden bir başka gazete olan San Francisco Examiner da olaya yer vermişti. Fakat Berkeley Tribe’ın aksine etkinliğe küçük bir alan ayrılmıştı. Fakat onlara göre festivalin en bahse değer tarafı otoyolda yarattığı trafik keşmekeşiydi. Polis raporlarına göre herhangi bir şiddet vakası kayıtlara geçmemişti. Ertesi günkü sayıda gazetenin köşe yazarı Dick Nolan “Belki hüsnükuruntudur, ama bu Altamont rock fiyaskosu bana bütün bu hippi uyuşturucu mevzusunun son nefesi gibi görünüyor.” sözleriyle durumu değerlendirecekti. “En akılsız hayvan türü olan bu ayak takımının önünde, ilkel ritimlerini ve aptalca zırıltılarını etrafa saçan Rolling Stones” yine sahnedeydi. Ona göre Altamont “bu rock-uyuşturucu-miskinlik tarikatının” yalnızca bir başka tezahürüydü.

Tamamen farklı iki etkinliği takip etmiş gibi görünen iki gazete, 6 Aralık’ta San Francisco’ya yaklaşık 100 km uzaklıktaki Altamont yarış pistinde gerçekleştirilen Rolling Stones konserinden söz ediyordu. Altamont konserini haberleştiren iki gazete de yerel basın olarak tabir edilebilecek şehir gazeteleri olsa da, tamamen farklı yaklaşımlar sergilediler. Examiner, her gün çıkan, profesyonellerle çalışan, ana akım bir gazeteydi. Tribe ise 60’ların yukarıda bahsettiğimiz politik atmosferinde sayıları hızla artan alternatif basın kültürünün önde gelenlerinden biriydi. Buna o dönemde yaygınlaşan, birkaç yüz dolar toplayanın binlerce kopya gazete bastırabilmesine imkân tanıyan matbaacılık devrimi de mazot oldu. Alternatif gazetelerin neredeyse tamamı Yeni Sol’a angajeydiler. Soğukkanlı profesyoneller yerine devrimci ruha sahip amatör heveslilerle, kuşkucu bohemlerle, yazarlarla, sanatçılarla, entelektüellerle çalışıyorlardı. Açık bir şekilde Birleşik Devletler hükümetini ortadan kaldıracak bir devrim ajandasına sahiptiler. Üstelik bunu bir zamanlar Nazi karşıtlarının yaptığı gibi samizdat usulü el altı biçimde değil, apaçık biçimde kent meydanlarında, işlek kafelerde, park girişlerinde yaptılar.

Türkiye’deki kaidenin aksine yeni dünyanın yerel basın deneyimi hayli farklı frekanslarda cereyan edegeldi. Temelde yordam aynı gibi gözükse de (ulusal ve ana akım olanın gürültüsünden duyulmayanlar) ortaya çıkan sonuç, tıpkı yeşerdiği coğrafya gibi kelimenin tam anlamıyla “başka bir dünyanın” ürünüydü. Yerel basın olarak, tek bir kategori altına toplanmaları mümkün değildi. Makbul vatandaşa gündem arz eden günlük ana akım gazeteler, devrimcilerin örgütlenmesi amacıyla yapılan radikal ve alternatif yayınlar, daha liberal ve hoşgörülü bir çizgiden yayın yapan haftalık ve ücretsiz weekly’ler… 60’lar farklı kimliklerin kamuoyunda ayrı cephelerden ve ayrı perdelerden seslendirilebildiği ilk dönemdi, haliyle böylesine mozaikli bir ortamda yazılı basında çeşitlilik de kaçınılmaz oldu. Farkı oluşturan şey yerellik değil, alternatiflikti. 1961 yılında yapılan bir ankete göre halkın birincil haber alma kaynağı gazetelerdi. Şartların gerektiği biçimde alternatifler alternatiflerini yarattı dersek, herhalde yanılmış olmayız.

Aslında ABD için yerel basın tabirini kullanmak dahi yanıltıcı olabilir. Zira bugün ülkedeki en yüksek tiraja sahip 10 gazeteden 7’si yerel nitelikte. Sözgelimi 2017 çıkışlı Spotlight filmine konu olan Pulitzer ödüllü habercilik başarısının yer aldığı Boston Globe da Boston merkezli yerel bir gazeteydi. ABD gibi yapı gereği ademimerkeziyetçi olan ülkelerde basının da yoğun olarak yerel bir karakterde kalması şaşırtıcı değil elbette. En azından iyi gazeteciliğin ulusal ve ana akım gazetelere mahsus görülmediği, yerel olanın amatörlükle bir tutulup profesyonelliğe çıkarken kullanılan basamak tahtası yerine konmadığı anlaşılıyor.

Öte yandan Türkiye gibi siyasi örgütün merkezi olduğu yerlerde, bilgi ve kültür üretiminin de merkezileşmeye meyyal olması anlaşılır bir durum. 1960’ların nispi özgürlük ortamında sayıları artan fikri ve kültürel mecmualar, Soğuk Savaş gündemi sayesinde ABD’deki yayın organlarıyla yer yer güneş tutulmaları yaşasalar da; gerek metot, gerek yaklaşım, gerek yerellik açısından derin fay hatlarıyla birbirlerinden ayrıldılar. İlerleyen yıllarda, sol nitelikli olsun olmasın, yerel gazetelerin sayısı arttı. Fakat bu gazeteler, 60’lardan itibaren ABD’de ortaya çıkan örneklerin sağladığı zenginliği ve çeşitliliğe yaklaşamadı. Türkiye’deki yerel basın deneyimi genel olarak kamu ile halk arasındaki iletişimsizliği giderme sorumluluğunu üstlenen, belediyenin ve sermayenin şehirdeki atılımlarına mercek tutan, ufak tefek ilan gelirleriyle ayakta durmaya çalışan, katı bir şekilde işlevsel, entelektüel eforun uğramadığı yahut nadiren başını gösterdiği gazetelerle sınırlı kaldı. Güçlü bir mazeret olarak ekonomik faktörleri dışlamanın mümkün olmadığı bu zayıflık, yine de bir hayli köklenmeyi başarmış dergicilik kültürüne bakılırsa daha fazla sorgulanmayı hak ediyor gibi. 

Bir şehrin niteliğinden bağımsız olarak bulunduğu ülke içinde nasıl konumlandığı da, o şehrin gazetecilik sermayesine etki ediyor olsa gerek. Kültürel başkent olduğuna muhtemelen kimsenin itiraz etmeyeceği İstanbul, fikri ve kültürel anlamda pek de yerel basın eksikliği yaşamadı, zira çoğu ulusal gazete ve dergi bir bakıma yerel bir İstanbul gazetesiydi. Fakat büyük küçük demeden farklı şehirlere yol aldıkça (yani merkezden uzaklaştıkça) bu gazete enflasyonunun hızla azaldığını tahmin etmek için muhtemelen konunun uzmanı olmaya gerek yok.

Her ne kadar merkeziyetçilikten uzak olsa da ABD’nin de kaçınılmaz olarak bir kültürel merkezi vardı ve bu kültürel başkentin yerelliği de diğer yerellere bir anlamda galebe çaldı. Döneminin ünlü yazarlarından Norman Mailer’ın Dan Wolf, Ed Fancher ve John Wilcock ile 1955’te 10 bin dolar sermayeyle kurduğu The Village Voice, New York City merkezli yerel bir haftalık olarak yayın hayatına başladı ve 63 yıl boyunca, 2017 Eylül’üne kadar çıkmayı sürdürdü. Voice yerel bir teşebbüs olarak New York şehrinin yazar çizer taifesine yönelik yayın yapma amacıyla yayına başlamıştı. Yıllar içerisinde yeraltı sinema hareketinden, edebiyat sahnesine, merkezi olan Greenwich Village’ın gece hayatından, emlak piyasasına, müzik, tiyatro, sinema incelemelerinden LGBT hareketine kadar şehrin birçok farklı veçhesine yönelik içerik ürettiler. Bu yerelliğin yanında ulusal konulara yönelik bir çerçeveleri de vardı. Haftalık olarak çıkıyor ve şehrin kilit noktalarındaki dolaplardan ücretsiz dağıtılıyorlardı. Ana akım medyada kendine yer bulamayacak “uygunsuz” reklamları da kabul etmeleri sayesinde kendilerini finanse edebildiler. Voice, yayın hayatına başlamasını takip eden yıllarda pıtıraklanmaya başlayacak yeraltı gazeteciliğine ve dönemin alternatif basını için önemli bir “benchmark” olacaktı. Sonraki yıllarda yayına başlayan Pacific Sun, SF Weekly, LA Weekly gibi kadim haftalık yereller de onun ayak izlerini takip ettiler.

Tüm bu gazetecilik çabalarının ana akımın dışında konumlanabilmeleri, radikal denebilecek pozisyonlar alıp ikonoklast bir metot benimseyebilmeleri elbette sermayeden bağımsız kalabildikleri ve kendi kendilerini finanse edebildikleri nispette mümkün olabildi. Türkiye’de basın tartışmalarının buzzword’lerinden olan medyada tekelleşme, ABD için de göz ardı edilemez bir gerçekti. 1962 gibi bir tarihte dahi ulus çapında yayın yapan gazetelerin üçte birlik kısmı 12 şirketin elinde birikmişti. Oyunun böyle oynandığı bir yerde en bağımsız, en devrimci gazeteler dahi sahipliklerden kaçamadı, yıllar içerisinde farklı medya holdingleri arasında el değiştirip durdular. Nitekim The Atlantic’in Kasım 2021 sayısının kapak konusu olan “Amerika’nın Gazetelerini Öldüren Adam” başlıklı makale, bu tatsız filmin sonunu tüm çarpıcılığıyla portreledi. Yatırım kuruluşları, yerel gazeteleri kültürün ve demokrasinin önemli birer yapı taşı olarak görmek gibi “teferruatlara” bulaşmadan gazeteleri satın alıp suyunu çıkarmaya, onları kişiliksiz birer kâr makinesi haline getirmeye yönelik bir iş modeli benimsediler. Makaleye konu olan Alden Capital’in yaptığı da buydu. Gazeteleri satın alıyor, personelin büyük bir kısmını kovuyor, gayrimenkulleri elden çıkarıyor ve abonelik ücretlerini zamlayarak geriye sadece posayı bırakacak şekilde gazetelerin üzerinden geçiyorlardı. Yazar McKay Coppins’e göre Alden Capital, bugün 200’den fazla yerel gazeteyi elinde bulunduruyor ve muhtemelen kâr makinesinin dişlileri haline getireceği yeni gazeteleri arıyor.

Yerel gazetelerin tek bölüm sonu canavarının sermaye ve sahiplik yapısı olduğunu söylemek yanıltıcı olur. Yüzyılın başına kadar vazgeçilmezliğini kısmen korumayı başaran gazetelerin internet ve bilhassa akıllı telefon devrimiyle büyük darbe aldığı bir gerçek. Son 15 yılda ABD’de faaliyet gösteren gazetelerin çeyreğinden fazlasının kepenk indirdiği göz önünde bulundurulursa manzaramız daha da netleşir. Tabii gazetelerin üzerindeki gölgeyi yalnızca bu gibi teknolojik, medyum temelli kaymalara bağlamak muhtemelen iyimserlik olur. Her şeyin kusursuz bir dakikliğe boğulduğu, dikkat alanlarımızın gitgide küçüldüğü bir zamanda gazetecilik faaliyeti alternatif ya da ana akım olmasından, vücut bulduğu platformdan bağımsız olarak gitgide daralan bir kitleye sesini duyurmaya çalışacak gibi görünüyor. 


Yararlanılan kaynaklar:

  • McMillian, J. (2011). Smoking typewriters: The sixties underground press and the rise of alternative media in America. Oxford University Press.
  • Lennon, M. (2013). Norman Mailer: a double life. Simon & Schuster.
  • The Atlantic, November 2021
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
İlginizi çekebilir