Dünyanın dört bir yanını gezen fotoğraf sanatçısı Özcan Yurdalan fotoğraf kuramı üzerine birçok kitap yazdı. Bunun yanında bugüne kadar birçok “yurttaş belgesel” çalışmalarında yer aldı ve halen bu çalışmalarına devam ediyor. Türkiye’de fotoğraf alanındaki akademik çalışmaların gelişmesi için birçok dernek ve vakıf çalışmalarında yer alan Yurdalan, şimdilerde “Antroposen Çağdan Belgesel Hikâyeler” adı altında fotoğraflarla Türkiye’de iklim krizine değinmek istiyor.
Biz de NewsLabTurkey için kendisiyle keyifli ve dolu dolu bir söyleşi gerçekleştirdik.
“Antroposen Çağdan Belgesel Hikâyeler” çalışmalarınız nasıl gidiyor ve kaç kent/bölgeyi kapsıyor?
“Antroposen çağ” dediğimiz günümüzün en önemli problemlerinden bir tanesi. Yani küresel ısınmayla birlikte iklim adaletsizliği iyice ayyuka çıktı. Dengenin iyice bozulduğu ve insan türünün yeryüzündeki diğer canlılar üstündeki tahakkümünün alabildiğine arttığı bir dönemdeyiz. Bunun sonucunda da doğa kendi döngüsünün dışına çıktı. Bu çağa Antroposen çağı diyorlar. Bir diğer görüşte buna “Kapitalosen çağ” diyorlar, yani kapitalizm nedeniyle dünyanın döngüsünün bu kadar bozulmuş olması vurgusu var. Endüstri devrimi ile bu durum ortaya çıkıyor. Bunun sonucunda işte seller, yangınlar ve olağanüstü doğa olayları daha çok görülüyor. Ayrıca iklim adaletsizliği sadece ülkeler bazında gerçekleşmiyor; aynı zamanda her ülkede yoksullar bu durumdan daha fazla etkileniyor. İşçi sınıfı, çocuklar ve kadınlar çok daha fazla etkileniyor. Bu nedenle iklimi korumak aynı zamanda bir hak ve adalet meselesidir.
Fotoğrafçıların bu konuya ilgi duyması söz konusu. Biz de bu ilginin somut bir ürüne ve somut bir çalışmaya dönüşmesi için “Antroposen Çağda Belgesel Hikâyeleri” diye bir çalışma başlattık. Yurttaş belgeselciliği tavrıyla, ya da yöntemiyle yapılıyor bu çalışma. Elbette bu küresel bir mevzu. Ama aynı zamanda bizim yaşadığımız coğrafyanın içinde ve bu coğrafyadan farklı ortamlarda yaşayan fotoğrafçılarla da beraber yürütülebilecek bir çalışma. O yüzden bu dijital ortamın bize sağladığı imkânlar sayesinde mesafe olmadan bu durumu konuşuyoruz. Bu sayede Türkiye’nin çok farklı yerlerinden birçok arkadaşla birlikte fotoğraf çalışması yapabiliyoruz. Bunun adına “yurttaş belgeselciliği” diyoruz.
“Ele aldığın konuyu ne kadar biliyorsan o kadar iyi fotoğraf çekebilirsin”
Yurttaş belgeselciliğini tanımlar mısınız? Bu süreç nasıl başladı?
Örneğin bir yere sel gelmiştir. Haberciler o selin fotoğrafını çeker ve o haberi yazar. Ama bir belgeselci o seli; oradaki inşaat problemi, yapılan yanlış su kanalları, barajlardan vs. bahsederek bir bütün olarak anlatır. Bizim yaptığımız çalışma da geniş katılımlı editoryal belgesel çalışma yani yurttaş belgeselciliğidir. Buna Türkiye’nin pek çok yerinden arkadaş katılıyor.
Süreç şöyle başladı, geçen yılın mayıs ayından itibaren söyleşiler yapmaya başladım. Bu söyleşiler yine sanal ortamdaydı ve derneklerin, kulüplerin davetiyle Antroposen çağ nediri anlatıp onları davet ettim. Yaklaşık 400 arkadaş “bu işe ben de katılırım” dedi. Belgesel fotoğrafı öyle Türkiye’deki yaygın anlayış gibi al makineyi çık sokağa deklanşöre bas işi değil. Masa başında çokça zaman geçirmeyi, araştırmayı, düşünmeyi ve gözlem yapmayı gerektiren bir iş. Tamam, ben de yapmak istiyorum diyen arkadaşların bir hikâye seçme süreci, neyi fotoğraflayacaklarına karar verme süreci ile beraber sayıları 150 arkadaşa falan çıktı.
Geçen mayıs ayında başlayan bu çalışmanın üretim aşaması ile birlikte 4 aydır 150 arkadaş ile hikâye üzerine çalışmaya devam ediyoruz. Bu çalışma bir yıl sürecek. E tabii ki her hikâyenin sonuca ulaşmasını beklemiyoruz. Zaten bu çalışmada amacımız bir sonuca ulaşmak değil. Birlikte ne yapacağız, nasıl yapacağız, arkadaşlarla bu çalışmayı yapıyoruz. Çalışmanın içinde periyodik fotoğraflar giriyor. Editörler o fotoğrafları yorumluyor. Fotoğrafçı arkadaşlar gidip bir göl, bir nehir, bir orman problemi ya da bir alternatif tarım meselesi üstüne çalışıyorlarsa yeniden yeniden o fotoğrafları çekerek yorumculara yollayarak bu süreç gerçekleştiriliyor.
Bu yaptığımız çalışmanın içinde aynı zamanda birtakım sunumlar, söyleşiler de var. Çünkü bu işin temel ilkesi şudur: Ele aldığın konuyu ne kadar biliyorsan o kadar iyi fotoğraf çekebilirsin, ne kadar çok biliyorsan o kadar iyi fotoğraf çıkar ortaya. O yüzden iklim krizi ile ilgili bu alandaki akademisyenler, politikacılar, iklim aktivistleri seminerler ve söyleşiler yapıyor. Son yaptığımız çalışmalar, toplumsal ekoloji, iklim adaleti, nükleer enerji hakkında ya da su rejimleri hakkında söyleşilerdi. Bir de iklim konusunu çalışan fotoğrafçılar işlerini gösteriyorlar ve onlarla da söyleşiler yapılıyor.
Anladığım kadarıyla siz biraz Türkiye’nin iklim haritasını ortaya çıkarmaya çalışıyorsunuz?
Bunu söylemek biraz iddialı olur. Çünkü Türkiye’nin her köşesi çok önemli, çok büyük iklim problemleri yaşıyor. Buna birkaç açıdan bakmak gerekiyor: Dünyadaki iklim değişikliğinin Türkiye’ye yansıması, Türkiye’nin tarım uygulamaları, su rejimi ve enerji politikaları… Bunun bir bütününü çıkarabilmek çok büyük bir çalışma, bizi aşacak bir çalışma. Neler olup bittiğine dair fikir verecek mütevazi bir sonuç ortaya çıkmasını bekliyoruz.
Daha önce buna benzer çalışmaların içinde yer aldınız mı?
Bu ilk kez yaptığımız bir şey değil. Bu yurttaş belgeselcilik mevzusunu yaklaşık 5 yıldır uyguluyoruz. Daha önce Türkiye Fotoğraf Federasyonu’yla birlikte onun bünyesinde “Memleketimden Görsel Hikâyeler” diye bir çalışma yaptık. Ona da yüzlerce arkadaşımız katıldı. O da editoryal bir çalışmaydı. Çünkü fotoğraf artık böyle bir şey. Fotoğraf geçen yüzyılda olduğu gibi böyle tek kişinin deklanşöre basarak olağanüstü hikâyeler anlatabildiği bir şey değil. Hep birlikte bir hikâyeyi ele alan farklı coğrafyalardaki fotoğrafçıların birlikte kurguladıkları bir büyük hikâyeye imkân veren büyük bir olay. Artık günümüzde çok sayıda fotoğrafçı tek bir hikâye ele alarak belki de toplumsal etki yaratabilirler. Bizim yaptığımız “Memleketimden Görsel Hikâyeler” 3 yıl süren bir çalışmaydı. Daha sonra 3 ay süren “Korona Günlerinde Fotoğraf” çalışması yaptık. Çok sayıda fotoğrafçının bir konuyu ele alarak toplumsal bir etki yaratmak üzere kolektif eylemiydi. “Antroposen Çağda İklim Krizi” de üçüncü denememizdir.
Fotoğrafçılar, görsel hikâye anlatıcılığı noktasında Türkiye’deki hikâyelere yeteri kadar ışık tutuyor mu?
Hayır tutmuyorlar. Türkiye’de fotoğrafın toplumsal bir karşılığı yok. Türkiye’de fotoğraf büyük oranda 1980’lerden bu yana bir tür güzel görüntü yaratma, marifet gibi algılanır. Bir tür grafik yüzey düzenlemesi olarak algılanır ve herhangi bir mevzuya ışık tutmaktan özellikle kaçınır. Türkiye’de popüler fotoğraf çok geniş bir kesimi kapsıyor. Mesela Diyarbakır’da da iki tane dernek var, çeşitli kulüpler var fotoğrafla ilgilenen. Ama bu yapıların hedefi, fotoğraf anlayışı, bakanı etkileyecek güzel görüntüler üretmek üstünedir. Güzel görüntü üretelim, bir haz nesnesi üretelim, biri bakınca içi açılsın ve tamamen güzellik üzerine. Halbuki ne Türkiye’nin ne dünyanın sadece bu güzelliklerden ibaret olmadığını hepimiz biliyoruz. O yüzden yaşanan sosyolojik, ekonomik, toplumsal ve kültürel olaylar fotoğrafçıların gündeminin biraz dışında kalmaktadır.
Bir fotoğrafçı için sadece fotoğrafla ilgilenmek yeterli mi? Siz kitap yazıyorsunuz, belgesel çekiyorsunuz ve fotoğraf gezileri düzenliyorsunuz bunlar hepsi fotoğrafın bir parçası mı?
Şöyle düşünelim. Fotoğrafı bunların hiçbirinin merkezine koymadan düşünelim. Birbirinden farklı disiplinlerin bir yaşam içinde gerçekleştirilebilir olması çok mümkün. Ben kitap da yazarım, seyahatler de yaparım ve bunun üzerine düşünürüm de. Bir taraftan da fotoğrafla belgesel hikâyeler üstüne çalışabilirim. Bunu şunun için söylüyorum, çağımız böyle bir çağ. Bilimler bile hibrit, disiplinlerin birlikteliği söz konusu. Eğer ki birkaç enstrüman varsa elinde, gerektiği yerde o enstrümanlardan bir tanesini kullanarak kendini ifade etmen mümkündür hayatta. Ben de kimi zaman bu işi bir merak ve bir anlama çabası olarak seyahatler ile yapıyorum.
Daha çok Güneyli ülkelere giderek ve kimi zaman da yazarak sürdürmeye çalışıyorum. Bu seyahatlerde ürettiğim seyahat üstüne deneme mahiyetinde yazdığım Bir Seyyahın Kaybolma Kılavuzu gibi kitaplarım var ya da yaptığım fotoğraf çalışmaları. Fotoğraf makinesini alıp bir şeyin fotoğrafını çekmek yerine 200-300 fotoğrafçı arkadaşla birlikte bir konuyu ele alıp onu elemek, onun görüntülerini üretirken birlikte konuşmak ve tartışmak daha çok ilgimi çekiyor.
“Algılarımız kadarıyla görebiliriz”
Bir röportajınızda “Fotoğraf yalanın en hakikisini söyler, en güçlü yalanlar fotoğraf aracılığıyla söylenen yalanlardır” demiştiniz. Fotoğraf “en güçlü yalanı” nasıl söyler?
Fotoğraf insan hayatında çok yeni bir şey. Yaklaşık 200 yıl önce icat edildi. Ama fotoğraf çok eski bir özlem, çok eski bir arayış ve bu arayış kademe kademe gerçekleşti. Bugünden yarına ortaya çıkan bir şey değildi. Ve fotoğraf ilk ortaya çıktığında ister istemez şöyle bir durum ortaya çıktı: Daha önce de suret yok muydu, görüntü yok muydu? Vardı ama bir insan aracılığıyla, insan eliyle ve süreç içinde üretilen görüntüler vardı. Yani resimler. Halbuki onun yerine öyle bir makine çıktı ki o makine sanki insan faktörü yokmuş gibi onun gözünün gördüğü her şeyi görüntü haline getirtebiliyordu.
Eskiden, uzun bir süre içinde ressamın yapa boza ortaya çıkardığı resim yerine bir mekanik alet çat diye görüntü oluşturup, veriyor. Bununla beraber şöyle bir algı yayıldı; fotoğraf o gösteriyorsa gerçektir? Neden? Çünkü ben gözümle gerçeği görüyorum, hayattaki gerçeği. Halbuki durum böyle değil. Bizim gördüğümüz şeyler; baktığımız açıya, birikimimize, dünya görüşümüze, estetik algımıza ve o anki ruhsal durumumuza göre anlam değiştirebilir. Mutlak değildir de gördüklerimiz.
Çünkü gördüklerimiz aslında bildiklerimizdir ve bildiklerimizi görürüz. Ve algılarımız o görünümün karşımızdaki somut durumun yorumunu belirler. Algılarımız kadarıyla görebiliriz. Böyle olunca da fotoğraf makinesi aslında bir nesnel gerçekliği değil fotoğrafçının gördüğü kadarıyla o gerçekliğin yansımasını oluşturur görüntü olarak ve bu her zaman doğru olmayabilir. Gerçektir ama mutlak doğru değildir. Öyle bir şey vardır. Fotoğrafçının gösterdiği, oradan çıkardığı yorum o gerçeği yansıtmayabilir.
Fotoğrafçının kadrajındaki fotoğraf gerçekliği yansıtmıyor mu?
Paul Joseph Goebbels Nazi döneminde propaganda işlerinden sorumluydu. Fotoğraf gerçeği gösterir algısı İkinci Dünya Savaşı öncesinde Nazilerin reklam ve propaganda stratejisinde yaygın bir şekilde kullanılması ile beraber ortaya çıktı. Ve onların söyledikleri kuşkusuz hiçbir şey gerçeği yansıtmıyordu. Büyük bir yalandı ve o yalanlar da aynı zamanda fotoğrafın bir propaganda aracı olarak onu üretenin ve dağıtanın niyetlerine göre çok güçlü yalanlar söyleyebileceğini gösterdi. Günümüzde de durum böyle. Çünkü fotoğrafın doğası böyle.
Fotoğraf aslında yalan söylemez. Ama fotoğrafçı çok güçlü yalanlar söyleyebilir, onu da fotoğraf çok etkili kılar. Fotoğrafçı gerçeği yeniden üretiyor ve o her zaman hakikat olmuyor. Aynı zamanda büyük bir yalan biçiminde de insanlara da ulaşabiliyor. Bu sadece fotoğrafçı ile ilgili bir olay değil o fotoğrafın hangi mecradan ve hangi sıklıkta tekrarlandığı ile ilgili. Bir yalanı ne kadar çok söylersen, ne kadar farklı kanaldan söylersen o kadar inandırıcı olursun. O dönemde üretilmiş olan bir tez.
“Tarafsızlık yoktur, bağımsızlık vardır”
Fotoğraf çok önemli bir belge. Büyük acıların yaşandığı coğrafyamızda halkın yaşadığı acılara tanıklık ediyor. Fotoğrafçı ya da fotoğraf bir taraf mıdır? Toplumsal olaylarda bir fotoğrafçının tarafı ne olmalı?
Fotoğrafçı ezilenden, sömürülenden, haksızlığa uğramıştan ve sesini çıkaramayandan yana olmalıdır. İster sanat yap ister bir iletişim aracı olarak fotoğrafı kullanıyor ol, tarafsızlık diye bir şeyden söz edemeyiz. Sonuçta bu gerçek olamaz. İşte biraz önce konuştuk. Algılarıyla, dünya görüşüyle hayata bakıyor ve anladıklarıyla da bu süzgeçten geçirerek bir fotoğraf ortaya çıkarıyor. Ben tarafsızım demek, ben güçlü ve egemen olandan yanayım anlamına geliyor. Ama şöyle bir şey söz konusu: Bağımsız olmak. İster medyada çalışan ol, ister medya için görsel içerik üreticisi ol içinde olduğun mecra çok önemli. Ama dediğim gibi bir fotoğrafçı dünya görüşü ne olursa olsun bağımsız olmalı. Bir fotoğrafçının duruşu olmalı. Tarafsızlık yoktur bağımsızlık vardır diyorum.
Türkiye’de belgesel fotoğraf ve foto-röportaj alanında eskiye oranla belirgin bir değişiklik var mı? Türkiye’de yeni yetişen fotoğrafçıların çalışmaları umut verici mi?
Evet, var tabii ki. Samimi olarak söylemek gerekirse Türkiye özellikle bu alanlarda özgün yapının yönteminin ve metodunun ortaya çıkarıldığı bir ülke değil. Çünkü ne fikri altyapısı ne teknik altyapısı bizde olmayan şeylerden söz ediyoruz. Fotoğraf gibi örneğin. Fotoğraf ne bu coğrafyada ortaya çıkarıldı ne de fotoğraf kuramları bu coğrafyada üretildi. Ne de terminolojisi bu coğrafyaya ait. Böyle olunca da özgün formlar üretmek çok mümkün olmuyor. Zaten üretilmiş oluyor.
Belgesel fotoğraf dünyadaki uygulaması itibariyle çok eskiye dayanıyor. Neredeyse fotoğrafın ilk çağlarına, ilk zamanlarına kadar. Uygulama Batılı ülkeler ya da Kuzeyli ülkelerden Türkiye’ye çok sonra geldi. Net söyleyeyim 2000’ler ile Türkiye’de bir metodoloji olarak belgesel fotoğraf gündemimize girdi.
Bu alanda yapılan yanlışlar nelerdir?
“Sokakta fotoğraf çekmek belgeseldir.” Değildir. Bunlar birer belgedir. Belgesel başka bir şeydir, başka bir şey dediğimiz şey de 2000’lerin başıyla birlikte gündeme geldi. Dünya ile karşılaştırınca son derece küçük oranda olsa da hızla yaygınlaştı. Tabii ki önemli çalışmalar, değerli çalışmalar yapılıyor ve sayıları gittikçe artıyor. Sadece klasik anlamdaki bir yöntemle belgesel fotoğraf üretilmiyor; aynı zamanda onun sınırlarını zorlayan modern deneysel mahiyette belgesel çalışmaları da yapılıyor. Dolayısıyla bu gelişim elbette iyi bir gelişim ama başta da söylediğim gibi fotoğrafın Türkiye’de toplumsal bir karşılığı yok. Böyle birtakım meraklı insanların kendi kendilerine yaptıkları bir iş düzeyinde. (Gülerek) Ne kadar gelişmiş olursa bu çerçeveden gelişmiştir.
Fotoğraf medyada gerektiği gibi kullanılıyor mu?
Fotoğrafçıların ürettiği ne olursa olsun ister sanat fotoğrafı, ister haber fotoğrafı, ister deneysel uygulamalar tüketicisi yine fotoğrafçılar oluyor. Bu medyada da böyle. Çünkü fotoğraf medyada bir mecra değil. Ne alternatif medyada ne de yaygın medyada. Çok iyi, çok etkili fotoğrafçılar olabilir, var nitekim, ama onların işlerinin ister ana akımda isterse alternatif medyada kullanımı, görünürlüğü söz konusu değil. Çünkü medyada fotoğraf kültürü yok, fotoğrafın nasıl bir iletişim aracı olduğuna dair ne bir arayışı ne de bir uygulaması var. Bu biraz da fotoğrafın bugün Türkiye’deki halinin sonucu.
“Fotoğraf varoluşu itibariyle demokratik bir alandır”
Fotoğrafçılık çağımızın en popüler ve giderek yaygınlaşan eğlence araçlarından biri haline geldi. Hemen hemen herkesin elinde bir telefon var ve sosyal medya mecralarında buna tanık oluyoruz. Bu gibi mecralarda neye dikkat edilmeli? Bunu iyi bir gelişme olarak görüyor musunuz?
Bu kötü bir şey değil. Bir ara Aziz Nesin’in, “Türkiye’deki üç kişiden dördü şairdir” şeklinde bir sözü vardı. Şiir kendini ifade etme araçlarından biri. Özellikle belli çağlarda insanlar şiirle uğraştılar. Bizim kuşakta öyleydi. İnsanlar kendilerini şiirle ifade ederlerdi. Şimdi ise fotoğraf çok yaygın. Dört kişiden beş kişisi fotoğrafçı diye tanımlıyor kendisini… Bunun hiçbir sakıncası yok; iyi bir gelişme.
Fotoğraf varoluşu itibariyle de demokratik bir alandır. Herkesin uygulayabileceği, kullanabileceği ve kendini ifade edebildiğini düşündüğü kadar ifade ettiği bir şeydir. Bunu esasında sağlayan şey dijital ortam oldu. Fotoğraf, daha yeni fotoğraf oldu. Bundan öncekiler arkaik dönemleriydi fotoğrafın.
Aile fotoğrafı çok kıymetli herkes yapabilir. Ama bunun bir haber ya da belgesel mahiyetinde kullanımı söz konusu olduğunda o vakit editoryal süreçlerin mutlaka işletilmesi gerekir. Başka şeye benzemiyor fotoğraf. Tehlikelidir. Ressamsın resim yaparsın, şairsin şiir yazarsın insanlarla paylaşırsın bunun gibi bir şey değil fotoğraf. Eğer ki bir enformasyon barındırdığı iddiasıyla paylaşılıyorsa bir haber ve bir belgesel olarak mutlaka editoryal süreçten geçmesi lazım. Ama onun dışında herkesin zevk için güzellikleri paylaşmak için kendini çoğaltmak için bireysel iletişim kurmak için fotoğraf çekiyor olması iyidir diye düşünüyorum bir sakıncası yok.
“En beğendiğim fotoğraf halen çekmediğim fotoğraftır”
Türkiye’de fotoğrafın gelişmesi için birçok vakıf ve dernek çalışmalarında yer aldınız. Mevcut durumda var olan kurumlar fotoğrafın gelişmesi için yeterli mi? Hangi çalışmaların yapılması gerekiyor? Eksiklikler neler?
Türkiye’de hobi fotoğrafçılığı yani boş vaktini güzel geçirme fotoğrafçılığı çok yaygın. Dünyada da böyle bu, olağan bir akış çünkü sonuçta insanlar nefes alacak bir ortam arıyorlar. Kendilerini ifade edecek araç arıyorlar. Bunun örgütlenmiş hali yani hobi fotoğrafçılığı Türkiye’de çok yaygın. Bu aynı zamanda bir anormalliği de ortaya çıkarıyor. Çünkü fotoğrafın diğer alanlarında, örneğin akademide, basın fotoğrafında, sanat fotoğrafında ya da belgesel fotoğraf alanında gerekli biçimde örgütlü yapılar bulunmadığı için bunların hepsi derneklerin işi gibi derneklere kalıyor. Akademinin yapması gereken alanda da dernekler devreye giriyor. Akademinin tek işi ders vermek değildir. Akademisyenin işi ders vermek ama esas işi araştırma yapmak ve yayın çıkarmak ve teori geliştirmektir. Ona akademi diyoruz. Liselerde ders verilir. Akademi bunların araştırıldığı alandır. Bunlarda olmayınca fotoğraf çalışmaları derneklere yük olarak kalıyor.
Peki son olarak şunu sorayım: Meslek hayatınız boyunca binlerce kez deklanşöre bastınız. En çok beğendiğiniz fotoğrafınız hangisi ve ne zaman çektiniz? Varsa anısı, o kareyi anlatabilir misiniz?
Ben halen fotoğraf çekiyorum. Ama benim hayatımın merkezinde fotoğrafın kolektif olarak üretimi ve örgütlenmesi var. Onunla daha çok uğraşıyorum. O benim daha çok ilgimi çekiyor. (Gülerek) En beğendiğim fotoğraf halen çekmediğim fotoğraftır.