Yeni medya çağında yanılmamak mümkün mü?

“Nineyi yutup onun geceliğine bürünen kurt, kırmızı başlıklı kız için aslında hâlâ ninesidir, ta ki onu yutana kadar. Kırmızı başlıklı kızı daha iyi duyabilmek için daha iri kulakları olan, daha iyi görebilmek için de daha iri gözleri olan bu yeni nine hakikat-sonrası ninedir işte. Kırmızı başlıklı kızı yuttuğu anda o özne tekrar kurttur ve nineliğinin hakikatle bir ilişkisi kalmamıştır.”

Psikiyatrist İlker Küçükparlak, “Muhafazakârlığın Hakikatle İmtihanı” başlıklı yazısında, Türkçe’ye hakikat-sonrası olarak çevrilen post-truth kavramını yukarıdaki sözlerle örneklendiriyor. 

Küçükparlak yazısının devamında kavramın özellikle sosyal medyadaki dezenformasyon ve bilgi kirliliğinden yakınanlarca “günah keçisi” hâline getirildiğini ifade ediyor. 6-7 Eylül olaylarını, basılı bir gazetenin akşam baskısının tetiklediği hatırlatılan yazıda Kabataş yalanına, Taraf ve Sabah gazetelerinin Ergenekon ve Balyoz’la ilgili haberlerine yer veriliyor. Türk siyasi tarihinde büyük kırılmalara yol açmış, katliamlara neden olmuş pek çok haber de hafızalarımızda duruyor. 

Hedef gösterme ve nefret söylemini yaymanın yanında sosyal medya, basılı gazetelerden farklı olarak yalan haberlerin hızla yayılmasına olanak veren bir platform. AA’nın “Hasankeyf yeni yüzüyle misafirlerini bekliyor” başlıklı haberi, bir bilgisayar oyunuyla ilgili şifrelerin çöpten çıkarılıp 15 Temmuz’la ilişkilendirilmesi, 60 yıllık televizyondan çıkan Kenan Evren, ZDF muhabirlerinin “elleri cebinde” konuşması “viral” olmuş birkaç örnek. Bu ve benzeri paylaşımlar sosyal medyada çoğunlukla eleştiri ya da alay konusu olsa da bu tip haberleri üreten kuruluşlar, toplumun özellikle internetle daha az ilgili olan kesimi tarafından hâlâ güvenilir bulunuyor. Dijital okuryazarlığın artışının yalan haberlere inanmanın panzehiri olduğu düşünülebilir. Fakat post-truth kavramının bize düşündürdüğü bir şeyler daha var.

İdeolojik eğilimler gördüğümüzü bile gölgeliyorsa, yanılmak daha kolay

2016 yılında post-truth’u yılın sözcükleri arasında gösteren Oxford, kavramı “nesnel hakikatlerin kamuoyunu biçimlendirmede duygu ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması” şeklinde açıklamıştı. Türkiye’de, büyük ölçüde iktidarın kontrolünde olan medya; iklim krizini, restorasyonları, zamları, protestoları haberleştirme biçimindeki çarpıklıklara rağmen, hâlâ toplumun büyük bir kesimini etkiliyor. 

Geçtiğimiz haftalarda jeoloji mühendisi Prof. Dr. Osman Bektaş tarafından öldüğü açıklanan Dipsiz Göl hakkında geçen yıl yapılan bir haber, türünün en uç örneklerden biriydi. Demirören Haber Ajansı’nın (DHA) mikrofonuna konuşan bir vatandaş, çamura dönmüş gölün önünde durarak Göl’ün eski hâlinden daha iyi durumda olduğunu söylüyordu. Manipülasyonun farklı biçimlerinin kullanıldığı çeşitli örneklerin aksine, söz konusu haberde gerçek, izleyiciye açıkça sunulmuş; bununla birlikte haber DHA tarafından “Dipsiz Göl, eski hâline döndü” başlığıyla verilmişti. Ama kanaatleri ne yönde olursa olsun, haberi izleyen birinin Dipsiz Göl’ün yeni hâline sevindiğini hayal etmek güç. O hâlde bu haberi nasıl açıklamalı? 

Televizyon haberciliğinde 20 yıllık deneyimi olan Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Can Ertuna’ya göre, izleyici o kadar da “bilinçsiz” değil; fakat siyasi tarafgirlikler, bazı demeç ve haberlerin hoş görülmesini beraberinde getiriyor:

“Siyahla beyaz olmadığını düşünüyorum. Örneğin Cumhurbaşkanı’nın özellikle aşıların her yerde ücretli olduğu yönündeki (daha sonra değiştirdiği) beyanına gözü kapalı inananlar olduğu kadar, kendi destekçileri içinde de -bunun aslında siyasi bir taktik olarak söylendiği kabulüyle- bunun doğru olmayabileceğini hisseden, sezen ya da bilen fakat politik taraftarlık ve ideolojik bağlardan ötürü buna itiraz etmeyen bir kitle olduğunu düşünüyorum. Ve bunun siyasi yelpazede kutuplaşma arttıkça, herkesin seçmeninde kısmen, farklı oranlarda olsa da yer aldığını düşünüyorum. Kimi zaman birtakım taktiksel açıklamaların görmezden gelinmesi ya da aksinin doğru olduğu bilinmesine rağmen yok sayılması da, siyasi tarafgirlik açısından yaygın bir tutum gibi geliyor.”

Özellikle büyük kentlerin ötesine bakıldığında Türkiye’de televizyonun henüz hâkimiyetini yitirmediğini ifade eden Ertuna, toplumda artan siyasi kutuplaşmaya paralel olarak medyanın da mevzilere ayrıştığını belirtiyor. Ertuna’ya göre bugün el değiştirmeler, baskılar ve vergi cezaları sonucunda tek sesli bir görünüme bürünen medyada bağımsız kurumların gazetecilik yapabilmesindeki en büyük zorluk maddi güçlükler:

“Maddi kaynaklardan yoksun olduğu için ve maddi kaynaklara erişmeleri çeşitli mekanizmalarla iktidar tarafından engellendiği için, ne kadar iyi gazetecilik yapmaya çalışırsa çalışsınlar (gazeteciler) bir noktada bir sınıra gelip takılıyorlar. Bunun karşısında, kamu kaynaklarının boca edildiği kuruluşların birçoğununsa zaten habercilik yapma gibi bir derdi yok, birer propaganda aygıtı gibi çalışıyorlar. Hâl böyle olunca ortada zaten kapsayıcı, herkesin üzerinde uzlaşabileceği genel kabul görebileceği bir merkez medya ortadan kalkmış oldu.”

Dijital mecralar ise, tehdit, hedef gösterme, sansür ve çeşitli baskılara maruz kalarak da olsa giderek büyümeye devam ediyor. Fakat, kullanıcıların bizzat haber kaynağına dönüştüğü ve teyit edilmemiş bilgilerin, kimi zaman aralarında ünlü isimlerin de olduğu hesaplarca paylaşılarak yayıldığı sosyal medyada, okurun/izleyicinin kendisini kaybolmuş gibi hissetmesi işten değil. Teyit, Doğruluk Payı ve Malumatfuruş gibi oluşumlar veya bireysel olarak yalan haberleri ifşa etmeye çalışanların çabalarına rağmen, yeterince dikkatli olmayan biri; Twitter’da sahte hesaplardan kendini öven siyasetçiler, güncel gibi sunulan geçmiş tarihli haberler, üzerinde oynanan görseller, yanlış çeviriler, hatta şaka haberler tarafından yanıltılabilir. Üstelik ideolojik eğilimler gördüğümüzü bile gölgeliyorsa, yanılmak daha kolay. 

Ertuna’ya göre bu durumun ortaya çıkmasında, olumsuz çağrışımlarına rağmen “eşik bekçiliği” (gatekeeping) görevi yüklenenlerin gazetecilik alanında ağırlığını yitirmesinin payı var:

“Eşik bekçiliği çoğu zaman bir sansürcülük gibi algılansa da aslında yalan haberin ya da propagandanın kitle medyasına sızmasının önünde evrensel basın ilkeleri çerçevesinde bir filtreleme görevi görmektedir. Dolayısıyla gazeteciliğin erozyona uğradığı, gazeteciliğin ve medyanın tahrip edildiği bir ortamda; kural tanımaz hatta kimi zaman algoritmaların insafına kalmış bir bilgi ekosisteminin ortaya çıkmasında, enformasyon alanının evrensel habercilik ilkeleri çerçevesinde eşik bekçiliği yapacak gazeteciler tarafından boş bırakılmasının da bir etkisi var.” 

Dezenformasyon karşısında alanın boş bırakılmasının kirli bilginin daha da yayılmasına yol açacağını ve bu nedenle habercilerin “bunlarla uğraşılmaz, görmezden gelelim” diyecek lüksü olmadığını ifade eden Ertuna, bununla birlikte doğrulama kuruluşlarına haber merkezlerine biçilen görevin biçilmesinin tehlikelerine işaret ediyor: 

“Türkiye’de doğrulama kuruluşları önemli bir boşluğu dolduruyor. Fakat birkaç noktada eksiklikleri var: Birincisi onların da kaynakları kısıtlı. İkincisi gazetecilik yapmak gibi doğrudan sıcak gündeme dair bir kamuoyu oluşturmak, gündem kurarak bilgilendirmek gibi bir iddiaları yok. Üçüncüsü doğrulama zaman alan bir iş. Belki de en önemlisi şu: Siz ne kadar iyi niyetli olursanız olun, kaynaklarınız ne kadar fazla olursa olsun her şeyi hemen doğrulayamayabiliyorsunuz. Doğrulama süreci zahmetlidir ama bu doğrulama gerçekleşene kadar da kimi zaman o yalan, dünyanın -ya da ülkenin- etrafını birkaç kez dönmüş oluyor. Dolayısıyla doğrulama kuruluşlarını tek başına tüm bu bilgi düzensizliğiyle mücadele için cepheye sürmek biraz onlara da haksızlık gibi geliyor.”

“Gazetecik her şeyden önce gazeteciliğin alanıdır” diyen Ertuna, eşik bekçiliğinin evrensel basın ilkeleri çerçevesinde işletilebildiği bir gazetecilik ortamında, yalan haberlerin sosyal medyada yayılmasının önlenmesinde doğrulama kuruluşlarının önemini vurguluyor. Fakat bu; bir gazetecilik faaliyeti olarak değil, gazeteciliğin tamamlayıcı unsuru olarak düşünülmeli:

“Batı’da birçok noktada yaygın ve güçlü imkânlara sahip olan haber merkezlerinin kendi doğrulama birimlerinin harekete geçtiğini görüyoruz. Associated Press bunun önde gelen örneklerinden biriydi. Birleşik Krallık’ta BBC’nin kendi doğrulama ekipleri var. Yani artık kimi zaman bu doğrulama faaliyetinin gazetecilik faaliyetiyle birlikte bir tamamlayıcı rol içinde ortaya çıktığını da görüyoruz, harici bir denetleyici güç olmanın yanı sıra. Bu da bize aslında (doğrulama faaliyetlerinin) gazeteciliğin yerine konmaması gerektiğini gösteriyor. Elbette mevcut konjonktürde de önemli bir boşluğu dolduruyor.”

Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
İlginizi çekebilir