Dijital medyanın hızlı tüketilen doğası ve internet yayıncılığı yapan gündem editörlerinin okura/izleyiciye hızlı ve akıcı haber ulaştırma zorunluluğu, televizyonların büyük ölçüde iktidarın kontrolüne geçmesiyle birleşince bugün dosya haberlerin ve belgesel niteliğinde işlerin yapılması neredeyse imkânsız hâle geldi. İşin ekonomik maliyeti bir yana, izleyicinin geniş kapsamlı haberlere tahammülü olmadığı ön kabulü de, gazetecilerin nitelikli ve kapsamlı dosyalar yapma motivasyonunu azaltan bir diğer unsur. Twitter gündemi hızla değişir, Tokyo’dan Bangladeş’e dünyanın her yerinden haberler hızla evlere düşerken, kadrolu bir gazetecinin aylarca hatta yıllarca aynı konu üzerine tek başına çalışabilmek için kurumunu ikna etmesi kolay olmazken, bir gazetecinin tek başına bu yükün altına girebilmesi için ekonomik özgürlüğünün olması şart.
Murat Yetkin, “Peker olayında İkinci Perde: bu defa Soylu açtı” başlıklı 25 Mayıs tarihli YouTube yayınında, Susurluk’ta olduğunun aksine bugün ana akım medyanın “felç edildiğini”, yeni medyanın sunduğu imkânların ise geleneksel medya araçlarının çok gerisinde kaldığını ifade etmişti: “Hemen elinizin altında kaynaklar yok. Koca haber merkezleri gerekiyor böyle işler için ama onları dağıttılar. Var olan haber merkezlerinin ezberleri dağılmış vaziyette, bunu haber yapamıyorlar.”
Böyle merkezlerin artık olmaması, hâlihazırda Sedat Peker videolarıyla baş başa kalan izleyici açısından çok şeyi değiştiriyor. Şimdiye kadar gazetecilerin araştırma süzgecinden (kimi zaman da otosansüründen) geçeni gören okur/izleyici bugün doğrudan itirafçı/ifşacı tarafından muhatap alınıyor. Üstelik dün çatlaklardan sızan, bugün gürültülü bir şekilde gösteriliyor. Fakat eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın, “Peker, bildiklerinin yüzde 10’unu anlattı” sözlerine bakılırsa, bir “otosansür” yine mevcut.
Anlatılanların ne kadarının doğru ne kadarının eksik olduğunu bilmediği ifşalar ve onların yorumları üzerinden olayların arka planına vakıf olmaya çalışan kafası karışık okur/izleyici, bu karmaşanın faturasını gazetecilerin yeterince cesur olmamasına kesme eğiliminde olsa da, bu yazıda işin başka bir yönünü ele almaya çalışacağız.
Yeni medya çağı araştırmacı gazetecilik ruhunu öldürdü mü?
Sosyal medyanın coşkulu ve şenlikli tabiatı Sedat Peker’i bir dizi karakterine, adeta evimizden birine dönüştürdü.
Peker’den bahsederken dili sürçerek “Sedat” diyen, onun gibi konuşmaya başlamaktan korktuğunu ifade eden, çektiği videonun belirli bir yerinde “kendini tutamayıp gülmeye başladığını” söyleyen gazetecilerin öz eleştiri sayılabilecek yorumları, Peker hakkında “ciddiyetle” konuşmanın yalnızca izleyiciler değil gazeteciler için de kolay olmadığını düşündürüyor.
Ama konuya en mizahi yaklaşan gazetecinin dahi altını çizdiği şey, Peker’in iddialarının son derece önemli olduğu. Gel gelelim yayınlanan ilk videodan bu yana Peker’in iddialarını derli toplu biçimde okura ya da izleyiciye ulaştıran pek az kaynak oldu. Okan Başal’ın Evrensel için hazırladığı “Sedat Peker’in videolarındaki iddialar neler?” başlıklı derlemesi bunlardan biriydi. Başal, iki haftayı aşkın bir süre videodaki iddiaların bir derlemesini bulamayınca kendisi elini taşın altına koymuş.
“İşi gazetecilik olmayan bir vatandaşın Google’da “Sedat Peker ne dedi” diye arattığında karşısına çıkan videoların hepsini izlemesi, takip etmesi gerekecekti. Gazetecilik nihayetinde vatandaşın aklındaki sorulara yanıt vermek için yapılan bir meslek; bu nedenle ‘kim bu Sedat Peker, videolarında neler söyledi neden böyle gündem oluyor’ sorularına yanıt verecek bir derleme yapmaya çalıştım.”
Başal’a bilgisayar başında oturarak araştırmacı gazetecilik yapmanın motivasyonunu düşürüp düşürmediği sorduğumda, yaptığı işi araştırmacı gazetecilik olarak görmediğini, bunun yıllarca belli bir konuyu araştıran kişilere haksızlık olacağını söylüyor.
Başal, yaptığı derlemeyi sonradan okuduğunda fazla uzun ve okuması güç bulduğunu, bu nedenle günlerce sadeleştirmeye çalıştığını ifade ediyor. Sosyal medyanın gazetecileri hızlı çalışmaya ve olayları detaylandırmaktan çok özetlemeye zorladığı doğru. Fakat aylarca hatta yıllarca da olsa, yalnızca internet üzerinden ulaşabileceği kaynaklarla çalışan bir gazetecinin de kendisini rahatlıkla “araştırmacı gazeteci” olarak tanımlayacağı şüpheli.
Çevrim içi kütüphanelerin oluşturulması ve gazete arşivlerinin dijitale geçmesiyle sağlanan erişim kolaylığı, arşiv değeri taşıyan kişisel videoların YouTube ve benzeri mecralara yüklenmesi, 2000’li yıllardan bu yana aktif olan forumlar; aslında dijital arşivi gelenekselin karşısında güçlendirebilecek gelişmeler. Ne var ki Türkiye’de kitaplara, tezlere, eski tarihli haberlere, hatta mahkeme kararıyla forumlardaki başlıkların engellenmesiyle birlikte forumlarda tartışılan belli konulara dahi erişmenin önünde engeller bulunuyor. Medya kuruluşlarının el değiştirmesi ve bunun yayının politik çizgisinde yarattığı değişimler de arşivleri yok olma riskiyle karşı karşıya bırakan nedenler arasında. Bu durumda internette araştırma yapmak, Türkiyeli bir gazeteci için karanlıkta, çukurlarla dolu bir zeminde düşe takıla yürümeye benziyor.
“Bazen Ekşi Sözlük’teki bir entry bile kaynak olabiliyor, araştırmanızı oradan başlatarak sürdürüyorsunuz. Ama dava dosyaları gibi bazı şeyler internette olmuyor hâliyle. Avukatlarla ulaşılabilen belgeler, o dönem haberleştirilmediyse bulunamıyor,” diyor Başal.
Başal, Türkiye’deki gazetecilik kültürü ve pratiğinde “sıcak haberi yakalamak, gündemi aktarmak ve bunu olabildiğince ajanslara yıkmak” eğilimi ağır bastığı için internette araştırma yapmanın kolay olmadığı görüşünde fakat elbette mesele bundan ibaret değil.
“Yüzde 95’i iktidarın güdümünde olan bir medyada çok büyük gazetecilik başarıları da çıkamıyor. Ne araştırılabilir ya da o araştırma yayınlanabilir mi?”
Etkileşim odaklı platformlarda kalıcı iş yapmanın zorluğu
Günel Cantak, ana akım medyanın çok sesli olduğu, araştırmacı gazetecilik imkânlarının elverişli olduğu bir dönemde, Mehmet Ali Birand’ın yanında yetişmiş, 32. Gün ekibinde çalışmış bir isim. Bugün kendi adına açmış olduğu yaklaşık 6 bin abonesi bulunan YouTube kanalında güncel olaylar ve yakın tarihle ilgili belgesel niteliğinde işler yayınlıyor. Ayrıca Halk Ekranı’nda Siyaset Bilimci Özgün Emre Koç’la birlikte Sedat Peker videolarını farklı bir formatta, videonun belli kısımlarını kestikten sonra bu bölümler üzerine konuşarak ele alıyorlar.
32. Gün’ün 28 Şubat Belgeseli’nin hazırlanmasında yer almış olan Cantak’a belgeselin yapım sürecini soruyorum. Anlattıkları, bugün arşiv görüntüleri için YouTube ve benzer platformlara sıkışmış, bir yandan da telif derdiyle boğuşan gazeteciler için düşünülemeyecek kadar uzak.
“32. Gün’ün çok büyük bir arşivi vardı. Oraya girip de istediğin bir konuyla ilgili bulamayacağın bir görüntü neredeyse yoktu. Hem Türkiye’yle ilgili hem dünyayla ilgili. Bir kat dolusu. Oraya gidiyorsun ve istediğin görüntüyü alıyorsun bu bir… İkincisi aynı görüntü sistemi özel televizyonlar kurulduğundan beri (o zaman Doğan Medya Grubu da oradaydı, Star Tv de, Kanal D de, CNN de) bir dijital sisteme geçirilmişti ve şu an Google’dan yazar gibi orada arama yapıp bütün görüntülere ulaşarak kullanabiliyordun.
Bazı şeyleri bulamadığımız zaman Mehmet Ali Birand, arşiv dairesini arayıp hiç bulunmayan bir yayının da kopyasını alabiliyordu. Arabalar vardı, uçaklar vardı, istediğin yere istediğin zaman gidip istediğin insanla bir çay kahve içip bilgiler alabiliyordun röportajlar için. Çok güzel bir seti Ankara’ya İzmir’e götürebiliyordun, Bodrum’dan bir eski bakanı, arabasını özel şirketten kiralayıp VIP ile getirtip rahat bir şekilde ağırlayarak iki saat üç saat röportajını yapabiliyordun. Birand deyince, Can Dündar deyince CNN, Kanal D deyince sana yanıt vermeyecek insan çok azdı.”
Mesleğe “inanılmaz bir rahatlık” içinde başladığını anlatan Cantak, pek çok deneyimli gazeteciyle birlikte ana akım medyadan sürgün edilmesinin ardından, kendi imkânlarıyla belgesel yapmayı sürdürmüş. Fakat işin ekonomik zorlukları nedeniyle buna ne kadar devam edebileceğini kendisi de bilmiyor.
“Maddi olarak, bunlar çok emek isteyen, kaliteli iş gücünün uzun süre çalışmasını gerektiren işler. Ve bunu yayınlayabileceğiniz yer yok. Türkiye’de belgesel yapmak istiyorsanız ya tamamen devletle iş yapmak zorundasınız (TRT ve Kültür Bakanlığı’yla) ya da AB fonları, Batılı fonlarla. Bu ikisi arasında bir seçim yapıp ona göre bir şey yapmak gerekiyor. Fonlar da kâr amaçlı olmadığı için para kazandırmıyor. Böyle olunca YouTube kalıyor elinde para kazanabileceğin, e YouTube da diyor ki ‘çabuk çek müşteriyi ve sonuna kadar tut’.”
32. Gün ekibinde öğrendiklerinin de katkısıyla güncel konuları öncesini ve sonrasını vermeden aktarmanın içine sinmediğini söyleyen Cantak, bununla birlikte arka plana girdikçe seyircinin ilgisini kaybettiğini aktarıyor.
“Canlı yayın yapıyorum, sol üst köşede izleyici sayacımız var, o anda kaç izleyici olduğunu gösteriyor, benim aslında görevlerimden biri de o izleyiciyi devamlı yukarı çıkarabilmek. Ben ne kadar arka plandan, bilinmeyen isimlerden bahsedersem o sayılar o kadar düşüyor.”
Bu izleyici odaklı olma zorunluluğu, Cantak’a göre belgeselciliğin, arşivciliğin ve araştırmacı gazeteciliğin kalıcılığını da etkiliyor.
“Maddi olarak desteklenmedikçe emek yoğun işlerde azalma olacak. Daha fazla hoşa gidecek ya da tersine hiç hoşa gitmeyecek işler yapılmak zorunda kalınıyor. İyi ya da kötü etkileşim getiriyor çünkü. Belgeselcilik, arşivcilik işi ciddiyet işidir. Yani geleceğe bırakılmak isteniyorsa hamasetten arındırıp gerçekten de ortaya her iki görüşü de koymak gerekir çünkü bizim şu anki tarafgirliklerimiz yirmi yıl sonra, otuz yıl sonraki araştırmacıyı hiç ilgilendirmeyecek.”
Sosyal medyanın sansürsüz dili
Doç. Dr. Ceren Sözeri Özdal da araştırmacı gazeteciliğin en büyük probleminin kaynak olduğu görüşünde. Araştırmacı gazetecilik yapabilecek birçok ismin bugün işsiz olduğunu ya da serbest çalıştığını ifade eden Sözeri, bir stüdyonun olmasının, arşivlerin taranmasının, arşiv görüntülerinin alınabilmesinin ve nihayetinde arşive kalacak nitelikte bir haberciliğin yapılabilmesinin kaynakla mümkün olacağını, bu kaynağı elinde bulunduran ana akımda ise bugün siyasi nedenlerden ötürü bu yönde bir eğilim olmadığını vurguluyor. Sözeri’ye göre her ne kadar kalıcı nitelikte iş yapma imkânı kısıtlı olsa da yeni medyanın kamuoyu oluşturma gücü azımsanmamalı. Videolar hakkında sosyal medyada giderek artan etkileşim bolluğunu, 90’lı yıllarda ana akım medyanın kamuoyu yaratma gücüyle mukayese eden Sözeri, Peker’in art arda yayınladığı videoların ardından, bugün vatandaşların olan biteni anlayabilmek için ana akımdan dışlanmış gazetecilere kulak verdiğini ifade ediyor:
“Sedat Peker, bu bildiklerini veya Süleyman Soylu’yla arasındaki bu çekişmeyi ihtilafı bir gazeteciye anlatıp, o gazeteci vasıtasıyla aktarsaydı muhtemelen bu kadar etkili olmayacaktı. Yani Sedat Peker bence bu konuda strateji kurabilen bir insan. Hem belagati biraz kuvvetli hem kitleleri etkileyebilecek birtakım semboller vesaire kullanarak ilgi çekmeyi başardı. Fakat kendisinin anlattığı şeyler bir anlamda ancak kendisinin veya o derin yapı içerisindeki insanların bilebileceği şeylerden ibaret daha ötesine zaten geçilebilmiş değil. (…)
İnsanlar bu videoları kimin kimi yeneceğini görmek için izliyor gibi. Bu nedenle de Ruşen Çakır, Nevşin Mengü, Ahmet Şık gibi deneyimli ve medya ile mafya ilişkilerini, 90’ları bildiklerine güvendikleri insanları takip ederek, analizlerini dinleyerek olayları anlamlandırmaya çalışıyor. Aslında hepimizin neyin doğru olduğunu bilmeye ihtiyacı var.”
Türkiye’de cep telefonu kullanma ve cep telefonuyla internete girme oranının çok yüksek olduğunu, Peker’in videolarının milyonlarca insana ulaştığını ve sosyal medyadaki tartışmaların bu konu üzerine yoğunlaştığını ifade eden Sözeri, ülkenin neredeyse tamamının bugün söz konusu videolar hakkında bir fikri olduğunu belirtiyor. Sözeri’ye göre, sosyal medyada konunun mizahi biçimde ele alınması da, iddialar karşısında toplumsal muhalefetin eyleme geçememesinin ve medyadaki dönüşümün doğal bir sonucu.
“Aslında toplum bireysel olarak başa çıkamayacağı kadar büyük olayların içinde buldu kendisini. Bir taraftan bununla başa çıkabilmek için örgütlenen bir eylem yoksa, toplumsal muhalefetin peşi sıra bundan hesap sorulacağına dair bir inanç yoksa, onun içeriği hakkında fikir yürütmek veya kimi durumlarda espri yapmak gayet doğal. Emin olun Susurluk zamanında da Twitter olsaydı, geçmişteki bir sürü olay başka şekilde konuşulacak başka türlü hatırlanacaktı.”
Fakat Sözeri, sosyal medyadaki gayriciddi dilin, yapılanların normalleşmesine ve toplumsal muhalefete zarar verebileceğine de dikkat çekiyor:
“Bunun bir taraftan da kirletici bir şey olduğunu unutmamak gerekiyor. Yani her ne kadar kendisi kimseye hakaret etmediğini söylüyorsa da Sedat Peker’in kulanmış olduğu kelimeler, kalıplar aslında bugünkü siyasi dili ve aslında siyasi dilin ötesinde sosyal medya da dahil olmak üzere toplumsal dili etkilediğini görebiliyoruz. ‘Benim karıma silah doğrulttular’ demek veya birisine hakaret olarak ‘süslü’ demek, Türkiye’de çocuk pornosu izlendiği iddiaları, bunun arkasından adı geçen isimler… Yani konuşma biçimi, seçtiğimiz sözcükler aslında neyi nasıl düşündüğümüzü, neye nasıl baktığımızı belirten bir göstergedir. Hangi kelimelerle kendimizi ifade edersek o bizim düşünce biçimimizi de belirler. Bu durumun muhalefet olarak bir karşılığının olmaması, soruşturulmaması, bir anlamda toplumsal olarak daha büyük kaygı yaratacak başka şeylere neden olabilir.
Yani insanların böyle tepkiler veriyor olması normal ama bunun en kısa sürede aslında olması gereken, tartışılması gereken konular eksenine çekilmesi ve bunun üzerinden tartışılıp konuşulması ve bunları temizleyecek bir süreç için insanları da harekete geçirecek bir politika oluşturmaya kafa yorulması gerekiyor.”