Naim Dilmener: Sosyal medya çağında beş-altı bin vuruşluk bir yazıyı kime okutabiliriz ki?

Türkiye’de müzik eleştirmenliği uzun yıllardır gazetecilik endüstrisinin bir parçası. Bu alanda akla ilk gelen isimlerden biri de Naim Dilmener. Yakın zamanda Hürriyet’te gerçekleşen toplu işten çıkarmaların ardından gazeteden ayrılan Dilmener’le Türkiye medyasında müzik eleştirmeni olmayı ve dijital dönüşüm karşısında bir müzik eleştirmeni olarak aldığı pozisyonu konuştuk.

Uzun yıllardır Türkiye’nin müzik endüstrisinin yolculuğuna tanıklık ediyor ve bununla ilgili yazıyorsunuz. Yaptığınız iş geçmişten bugüne müzik eleştirmenliği olarak tanımlanıyor. İlk soru, siz bu tanımı kabul ediyor musunuz? Ya da kendinize ait bir tanımınız var mı?

Elbette ediyorum. Son derece uygun ve kapsayıcı bir tanımlama. Tabii şunu da biliyorum; günümüzde kimselere tanım, iş, unvan, meslek yetmiyor… Büyük çoğunluk isminin yanına ya da altına ünvan üstüne ünvan sıralıyor. Bana da “Araştırmacı, arşivci…”, bilmem neci diyen çıkmıyor değil ama müzik eleştirmenliği iyi ve yeterlidir. Bundan memnunum ve gurur duyuyorum.

Türkiye’nin medya sermaye yapısı 1980’den bu yana sıkıntılı. Gazetesi olanların plak şirketi sahibi olabildiği ya da müzik endüstrisiyle farklı organik ilişkileri olabilen bir çağda, Türkiye’nin en büyük medya grubunda çalıştınız. Daha önce hiç bir yazıyı yazmadan önce “acaba” dediniz mi, yahut editörünüz “ya hu Naim Bey, siz bizi kovduracaksınız” dedi mi?

Şaşıracaksınız ama hayır. Belki şanslıyım. Belki insan seçiyorum. Ya da belki aynı kafadan olduklarım beni seçti hep. Bugüne kadar “Şunu yazma/buna dokunma” diyenim olmadı. Gazete Pazar’da Murat Çelikkan, Radikal İki’de Tuğrul Eryılmaz, Nilgün Toptaş ve Nazan Özcan, Milliyet Sanat’ta Asu Maro ve son olarak Hürriyet’te Çınar Oskay; ne kadar sertleşirsem sertleşeyim, hiçbir zaman, “Bu olur”, “Bu olmaz” demediler. Tamamen serbesttim. Hürriyet’teyken şu soruyu sık duydum çevremden. “DMC’nin albümlerini yerin dibine batırıyorsun ama hem onlar hem Hürriyet aynı grubun; sorun olmuyor mu?” Hayır, olmadı. Aydın Doğan ve ailesi, ellerinde cetvel, kendi grubundan olanlara laf söyleyenlere “Ellerini aç, vuracağım!” diyenlerden değildir. 22 yıldan fazladır düzenli olarak yazıyorum ve yazdığım mecralar (Gazete Pazar, Radikal, Milliyet, Hürriyet) hep Doğan grubunundu ama hiç laf işitmedim -TEK BİR LAF bile…

Ama şu oldu… Bazen şarkıcılar, bazen de plak şirketlerinden birileri, bazen telefonla, bazen de gazeteye gelerek beni şikâyet ettiler. Kimisi şikâyetle yetindi, kimisi kovdurmaya gayret etti. Böyle yaptıklarını da her seferinde ya yazı işlerinden ya da editörlerimden duydum. “Böyle, böyle dediler ama sen doğru bildiğini yazmaya devam et…” Her ama her şeyin altüst olduğu şu son beş yılda dahi böyle oldu bu. Çınar Oskay çok kıymetli biri, onunla çok rahat etmiştim. Onun gitmesi istifa etme sebebimdir zaten. Kalsam yeni gelenler beni zorlar demiyorum, çünkü onlarla çalışma zamanını bulamadım ama ben kendimi gergin hissedecek ve belki de otosansürün miktarını abartacaktım. Ne gerek var ki? Yazmam için kim zorlamış ki beni? Nitekim ayrıldım ve rahatladım.

[bctt tweet=”Naim Dilmener: Bir tek kişi beni dava etti, hem de üç kere, o da Ajda Pekkan.” username=”newslabturkey”]

Peki davalık olduğunuz isimler oldu mu eleştirilerinizden ötürü? Malum, müzik ruhun gıdası ama müzisyenler biraz fevri olabiliyor. Hatta daha açıklıkla sorayım, gece gelen tehdit telefonları, sokakta parmak sallamalar oldu mu? Zira ülkedeki en büyük gazetede de yazdınız yazdıklarınızı.

Çok şaşıracaksınız ama bir kişi hariç, hiç kimse beni dava etmedi. Çok yüklendiğim Serdar Ortaç, Mustafa Sandal, Mustafa Ceceli, Mehmet Erdem, Sinan Akçıl, Gülben Ergen bile… Ki onların açısından bakarsak eğer, bunu yapmaya hakları da vardı. Ama yapmadılar. Bir tek kişi beni dava etti, hem de üç kere, o da Ajda Pekkan. “Hür Doğdum Hür Yaşarım” kitabı için dava etti. Tuhaf ve komikti her şey. Kitap genel olarak övgü doluydu ama dava açtı. Üçünü de kaybetti. Tuhaflıklar memleketiyiz. O zamanlar şaşırmış ve üzülmüştüm. Şimdi gülüyorum.

Hazır ülkedeki en büyük gazete demişken. Siz ayrılmadan önce “büyüklük ünvanını” kaptırmıştı ama Hürriyet’ten ayrıldınız. Ayrılırken de Çınar Oskay ve ekibinin o döneme dek yazmaya devam etmenizin yegâne sebebi olduğunu söylediniz. Yazmaya geri dönmek istiyor musunuz? Bir planınız var mı?

Milliyet Sanat’ta yazıyorum. Umarım olmaz ama bir gün Asu Maro ayrılırsa, ben de ayrılırım… Mutlaka yazacağım diye bir gayretim yok. Ama mutlaka yazmayacağım diye bir kararım da yok. Kafasının/kalbinin bana uyduğunu düşündüğüm bir editör/müdür bana gel derse eğer, gider ve yazarım. Bugüne kadar yaptığım gibi yaparım. Dünyaya aynı pencereden baktığım insanlarla çalışmak isterim. Olursa olur, olmuyorsa da olmaz.

[bctt tweet=”Naim Dilmener: Öteden beri bildiğimiz sözcük, cümle ve kavramlarla işi sürdüremeyiz artık. Öğrendiğimiz her şeyi gözden geçirmeliyiz.” username=”newslabturkey”]

Bir yazı yazarken kriterlerinizi nasıl belirliyorsunuz? Malum, veri çağındayız. Beğeniye ilişkin yazılar ve subjektivite tartışmaları aldı başını gidiyor. Siz kendi kaleminizi yenileme ihtiyacı güttünüz mü?

İstesek de istemesek de değişiyoruz. Ne Radikal İki yazılarım Gazete Pazar’dakilere benziyordu, ne de Hürriyet yazılarım Radikal İki’dekilere… Bir kere bu iş takım işi. Her yerde, canımın çektiği gibi yazarım diye bir şey yok. Her yerin formatı başkadır. Dolayısıyla okurları. Hürriyet’e geçtiğimde, hiç kimse bana yazılarını hafiflet demedi. İlkay Akkaya yaz ama Demet Akalın yazma da -ya da tersi- demedi. Ama yazar, yazacağı mecrayı seçerken mutlaka iyi tanımalı da. Dil ve üslubunu buna göre ayarlamalı… Sosyal medyanın en tepeye kurulduğu şu çağda, beş-altı bin vuruşlu bir yazıyı kime okutabiliriz ki? Israr edip yazarsanız da kimse okumaz.

Eleştiri kriterlerine gelince. “Beğendim/sevdim” ya da “Beğenmedim/sevmedim” temelli eleştirileri ancak sosyal medyada yazarsanız hoş görülebilir. Bir eleştiri yazısı bunların üzerine kurulamaz. Şarkı ya da albümün kendisini iyice bilecek ve tanıyacaksınız önce. Sonra bunu, çalanın/söyleyenin bugüne kadar yaptıklarını dikkate alarak bir yere yerleştireceksiniz. Sözlerine özellikle dikkat edeceksiniz. Cinsiyetçi, ayrımcı dizeler varsa, onları şarkının içinden söküp söyleyenin ya da yazanın suratına çarpacaksınız. Tersi ise durum, söyleyenini ya da yazanı övgülere boğacaksınız. Bu dediğim öyle zor bulunur oldu ki şu devirde, genellikle -bazen bilerek, bazen de bilmeyerek- ayırıyor, dışlıyor, kesip biçiyorlar. Halbuki şu yapılmalı: Öteden beri bildiğimiz sözcük, cümle ve kavramlarla işi sürdüremeyiz artık. Öğrendiğimiz her şeyi gözden geçirmeliyiz.

Bir de şu var, belki de en önemlisi budur. Hakkında yazdığınız insanla hiçbir biçimde ortak bir iş yapmıyor olmalısınız. Yapıyorsanız keser sizi bu tanışma, eliniz gitmez yazmaya. Ben bunu da aşabildim gibi görünüyor. En kaçındığım şeydir pohpohlanacağım davetler, partiler, yemeklere gitmek. Hem bundan kaçındım hem de karşı taraf(lar)la hiç para/pul işlerine girişmedim.

Türkiye’deki müzik endüstrisi 80’ler ve 90’lardaki, hatta 2000’lerdeki arşivlere bakınca birkaç camiadan oluşuyor gibi. Bugünse prodüksiyon teknolojilerinin erişilebilirliğiyle bir tür içerik patlaması var. Bu üstünüze akan “içerik nehrinin” içinden doğru damlaları seçmeyi nasıl beceriyorsunuz? Odaklandığınız özel türler var mı?

Doğruya doğru: Alternatif rocka, caza, hip-hopa daha sevecen yaklaşıyor, gerektiğinde pozitif ayrımcılık yapıyorum. Aynı şeyi genç şarkıcı ya da müzisyenlere de yapabiliyorum. Ama ünlüyse ve hâlâ kötü şeyler yapıyorsa, kalemimi hiç tutmuyorum. Böyle olduğu için de alternatif rock, caz, hip-hop şarkı ve albümleri varsa yeni çıkanlar arasında, onları yazmayı daha fazla tercih ediyorum. Ve tabii dil meselesi var. Kürtçe, Ermenice ya da yıllarca ayrımcılığa uğramış başka dillerde yapılmışlar da ilk tercih ettiklerimdendir.

[bctt tweet=”Naim Dilmener: Hayatımın en zor yazıları Akçıl’ınkilerdi. Ortada o kadar hiçbir şey yok ki üzerine cümle kuracak bir şey bulmakta çok zorlandım.” username=”newslabturkey”]

Christian Fuchs, “Sosyal Medya: Eleştirel Bir Giriş” isimli kitabında Facebook’un bir “beğeni ideolojisi” oluşturduğunu söylüyordu. Her ne kadar Facebook artık tepkiler kısmında üzüntü gibi duygulara da izin verse de dijital ağlarda “beğenmek”, “alkışlamak” ve “her şeye rağmen desteklemek” öne çıkan duygular diyebiliriz. Büyük kitlelerin beğenisine alışmış sanatçıları dijital çağda eleştirmekle 80’ler yahut 90’larda eleştirmek arasında bir fark var mı? Örneğin tutkulu kitleleri olan Sezen Aksu’yla veya İlhan İrem’le ilgili yazmakla Aleyna Tilki’yle ilgili yazmak arasındaki fark ne sizin için?

Aynı, inanın. En azından benim için. Bir fark varsa o da şudur: Kimi isimler ya da albümler, kaleminizi uçurur, cümle kurmakta sıkıntı çekmezsiniz. Bunlar yaratıcı isimlerdir. Siz onlar hakkında yazarken bile bu yaratıcılıkları destek olur size ve kaleminiz uçar… Sezen Aksu böyledir mesela. Sinan Akçıl ise tam tersi. Hayatımın en zor yazıları Akçıl’ınkilerdi. Ortada o kadar hiçbir şey yok ki üzerine cümle kuracak bir şey bulmakta çok zorlandım.

“Like”a gelince; her şey/her yer bu oldu. Bu niteliksiz zamanlara yakışmıyor da değil.

Ses meselesine birçoğumuzdan fazla kafa yoran birçok kişi Spotify ve benzeri platformlardan müzik dinlemenin kişinin kulağını körelttiğini, orijinal kayıttaki versiyonla arada büyük fark olduğunu söylüyor veya alternatif yüksek kalite yayın yapan platformları ya da farklı formları öneriyor. Sizin böyle bir “audofil” olma durumunuz var mı? Eleştirisini yazacağım albümü önce mutlaka CD’sinden dinlerim vs. gibi bir alışkanlığınız ya da?

Var… Alttaki her sesi duyabileyim diye perişan oluyorum! Hem CD’den hem de kulaklıkla dinliyorum yazacaklarımı. Spotify ve benzeri platformlar gündelik dinlemeler için ideal bence. Çoğunlukla yollarda ve hareket halindeyiz. Bu sırada müzik dinleyeceksek eğer, bunu dijital platformlar üzerinden yapmak en kolayı. Öteki türlüsü eve, işe ve alete mahkum olmak demektir ki bazı gün ya da saatlerimiz buna uygun değildir.

Magazinden sanata yayıncılığın sosyal ağlardan materyalini sağladığı, dahası icranın da oraya kaydığı bu dönemde müzik eleştirmenliği yapıyorsunuz. Sosyal ağların her şeyi erişilebilir kıldığı gibi gazetecilerin mesleki pratiklerini de erişilebilir kıldığı düşünülüyor çoğu insan tarafından. Ekşi Sözlük’te ya da YouTube’da müzik eleştirisine ciddi emek harcayan insanlar var. O isimlerden takip ettikleriniz var mı?

Bazen. Her zaman değil. Bu yeni bir yol ve gelecek tamamen böyle olacak. Kabul edelim ya da etmeyelim, üzülelim ya da üzülmeyelim fark etmez; gelecek dijitaldir. Eleştiri neden bundan muaf olsun ki.

Hazır yakalamışken size Şokopop’u da ayrıca sormak isterim. Bizim kuşak için onun yaptığı iş bambaşka bir kapı açıyor. 90’ların aile kahvaltılarından 2000’lerin bitse de gitsek kahvaltılarına çoğunlukla müzik sektörünün odağında olduğu magazin yaşamımıza dair bir anımsatma yapıyor. Prestij Müzik ve Tatlıses rekabeti gibi o dönem pek de anlayamadığımız meselelere değiniyor. Onun yaptığı iş bir tür magazin gazeteciliği; ama bir yandan da müzik endüstrisinin sermaye yapısına ilişkin de çok şey söylüyor sanki. Sizce “alternatif müzik eleştirisi” onun sorduğu sorulara daha çok odaklanacak mı önümüzdeki dönemde?

Şokopop’un takipçisiyim. Hem çok zeki hem de neyi göstereceğini çok iyi biliyor. Ayrımcıların cümlelerini, hal ve tavırlarını yüzlerine çarpıyor her seferinde. Ama onlar görüyor mu, gördüğünde anlıyor mu, ayrı konu… Fakat şu olacak: Şu görsellik çağında başkaları da girecek devreye, yapılanlar birikecek ve eninde/sonunda gözlerdeki perdeler kalkacak.

Hazır 2019’u kapatırken size sorayım. Normalde yazılarınızdan alıyorduk bu değerlendirmeleri ama, bu yıl kaçıranlar üzüldü diyebileceğiniz bir albüm çıktı mı?

Olmaz mı. Hem de birden fazla. Bajar’dan “Altüst/Ser u Bin”, Serenad Bağcan’dan “Serenad”, Baba Zula’dan “Derin Derin”, Lida’dan “Işık” ve Redd’den “Yersiz Göksüz Zamanlar”. Geç olsun, güç olmasın; bu albümleri keşfetmek hâlâ mümkün.

Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
İlginizi çekebilir