Yukarıdaki ve yazının devamındaki fotoğraflar, bir yıl önce, Atatürk Havalimanı’nda çekildi. 29 Mayıs’ta, İstanbul’un fethinin 569’uncu yıl dönümü kutlamalarında. İletişim Başkanlığı’nın “Fetih Şöleni” adını verdiği kutlamada, Erdoğan, Atatürk Havalimanı Millet Bahçesi’ne ilk fidanı dikti.
Kavurucu sıcakta fotoğraf çekerken, sembolizmden retinam yanıyor, aforizmalar dirseklerimden akıyordu: Atatürk Havalimanı fethedilmişti. Daha doğrusu, Erdoğan orayı “Cumhuriyet eliti”nin elinden almış, “Millet”e vermiş, hatta hediye etmişti.
O gün orada şahit olduğum coşkuya şaşırdığımı söyleyemem (Evet, hâlâ şaşıranlar için yazıyorum). Mevzubahis cenahın bu teveccühüne, benzer ortamlarda çokça şahit olmuşluğum var. Bunun, “taşıma kalabalık”la, yemek ve hediye dağıtımıyla açıklanamayacağının farkındaydım.
Erdoğan’ın uzmanı olduğu popülist siyasetin, bu insanların çoğunun ortaklaştığı geçim kaygısını nasıl bertaraf edebildiği sorusu ise beni aşıyor, akademik uzmanlık ve saha çalışması gerektiriyor. Sosyoloji okumuş olsam da, hayatımı gazetecilikle kazanıyorum.
Ancak burada ince bir çizgi var: Yukarıdaki sorunun cevabını kamuoyuna sunma işini sosyal bilime bırakmakla birlikte, hele de konu seçimler vesilesiyle gelip tekrar önümüze dikilmişken, gazeteciler olarak (kendini “muhalif” ve benzeri sıfatlarla tanımlayanlardan bahsediyorum), mevzudan biraz daha haberdar olsak nasıl olur?
“Ne münasebet, haberdar değil miyiz?“
Emin değilim. Hiçbir meslektaşımı suçlayamaz, üstelik kendimi de tenzih edemem. Amacım başka.
Erdoğan’ın “son seçimi olabilir” denen bir seçimi kazanmayı nasıl başardığı tartışılırken gündeme gelen “Demek ki insanlar kendilerinin ve ülkenin geleceğinden kaygılı değilmiş, halk ekmek kuyruğunda beklerken, İHA, SİHA ve uçak gemisi ile mutluymuş” benzeri açıklamaları biraz didiklemek ve şunu iddia etmek:
Eğer durum (bu kadar basit değilse de) aşağı yukarı buysa, buna herkes şaşırabilir, ama gazeteci şaşıramaz. Durumdan bu kadar habersiz olma lüksümüz yok. Farkında olmak ve aktarmakla yükümlüyüz, aktaramadık, aktaramıyoruz.
Buraya kadarki itirazları duydum, gerçekçi olacağım…
Gazetecilik dediğimiz şeyin farklı kulvarları var ve her kulvar farklı bir işlevi yerine getiriyor. Bizim memlekette bunlardan ikisi öne çıkıyor malum: sıcak haber ve yorum. Birincisinde mesainin daha çok “an”ı kovalamakla geçtiğini, dolayısıyla yukarıda murad edilen farkındalığı geliştirmeye elverişli olmadığını varsayıp, sıcak habercileri eleştiriden bir nebze muaf tutabiliriz belki.
Peki herhangi bir meslektaş sıcak haber evreninden kopup, vakit açısından biraz daha ferah olabilecek bir habercilik ritmine kavuştuğunda da bu refleks devam ediyorsa?
Geçenlerde bu tanıma uyan bir arkadaşımla sohbet ediyordum. Üzerinde çalıştığı konuyu anlattı. Editörü “Karşı taraftan da görüş alalım” dediğinde, “Yok artık, AKP’lilere mi mikrofon uzatacağız yani?” demiş. Editör de, “Evet tatlım, aynen öyle yapacağız” dememiş, iyi mi? İkna olmuş.
Başta dediğim gibi, amacım yargılamak değil, çıkış yolu aramak. Arkadaşımı aslanların önüne attıktan sonra savunmasına geçiyorum.
Evet, “Bak işte, bunlar hep siyasi kutuplaşma”. Herkesin artık hücrelerine sinmiş bu durumdan gazetecilerin etkilenmemesi beklenemez. Kaldı ki duygusal-siyasi sebeplerle gazeteci ne kadar o mahalleden uzaklaşmışsa, o mahalle de kapılarını gazeteciye o kadar kapattı. Böyle devam demiyorum tabii.
“Şuna bak, bir de muhalif olacak”
“Anekdottan yıldım” demezseniz bir tane daha sıkıştırayım araya. Haber yapmak için Türkiye’ye sık gelen Avrupalı bir meslektaşım, son zamanlarda daha gönülsüz geldiğini (mealen) şu sözlerle anlatmıştı:
“Malum, biz sizin gibi değiliz. Haber yaparken iki tarafın da görüşüne yer vermek zorundayız. Ancak son zamanlarda bu çok güçleşti. Ulaşmayı başarırsak, AKP’li siyasetçiler sorduğumuz sorulara ‘Bunların hepsi algı operasyonu’ gibi ipe sapa gelmez yanıtlar veriyor. Editörlerimize, ulaşabildiğimiz yegâne açıklamanın bu olduğunu anlatmakta zorlanıyoruz. Yanlış insana mikrofon uzattığımızı düşünüyorlar. Kabul ettirip yayınladığımızda ise, izleyicimizin zekâsıyla alay etmiş gibi hissediyoruz kendimizi.”
Ama hâlâ Batı basının refleksleri daha canlı bu konuda. AKP’nin önceki seçim zaferi kutlamalarında lincin eşiğinden dönmüş olan meslektaşlarım var. Bu seçimde yine meydandaydılar, yine AKP seçmenine mikrofon uzattılar. Biliyorum, muhalif kanalların bunu yapması kolay değil. Peki yapmamalarının tek sebebi linç kaygısı mı?
Gelelim konunun en ürkütücü boyutuna. Artık izleyici/okuyucu da duymak/görmek/okumak istemiyor diğer mahallenin sesini. Öyle ki, artık gerçeği duymak istememek gibi tuhaf bir hâle geldi bu. Yani sahadaki meslektaş başarıp, yönetime kabul ettirse de, artık bir de sosyal medya linci tehlikesi var ortada.
14 Mayıs gecesi, Halk TV’de Emin Çapa’nın düştüğü durumu hatırlayın. Verilerden yola çıkarak “Bu iş ikinci tura kaldı” dediğinde, önce stüdyodaki meslektaşları susturmaya çalıştı, sonra sosyal medyada yemediği laf kalmadı. İçinde olduğum WhatsApp gruplarından birinde şu söylendi: “Şuna bak, bir de muhalif olacak.”
Yani sıcak haber kulvarında, kafayı kuma gömme eğilimi çok ama çok kuvvetli. Kısa vadede aşılacak gibi de görünmüyor. Halk TV ve benzerlerinin izleyicisi, AKP mahallesini 5 yıl boyunca sokak röportajlarında bir parodi unsuru olarak görüyor, seçim kampanyası sırasında biraz ciddileşip “Geleceğimize bunlar karar veriyor” seviyesine zıplıyor, ama o kadar.
“Saat 11, aç da Ayşenur’u izleyelim”
Yorumcu cenahına gelirsek. Buradan da pek umutlu olmamak lazım. Her şeyden önce yukarıdaki ruh hali ve linç tehlikesi onlar için de geçerli.
Çok değil 10 yıl kadar önce şöyle meslek büyüklerimiz vardı: AKP mahallesinden gelen, ancak kendini artık muhalif cenahta konumlandıran ve esbabı mucibesi, bu mahalle ve siyasetçilerinin davranışlarını (içeriden bir gözle) anlamlandırmak olan.
Şimdi ne onlar istekli buna, ne de içeriye kabul ediliyorlar. AKP ya da MHP sahasını adımlamak, mesela Erdoğan mitingine gidip izlenimlerini yazmak yerine, Kılıçdaroğlu mitingi izliyorlar.
Kaldı ki, onların sırtındaki yumurta küfesi daha büyük. Gerek çalıştıkları kurum, gerek o mecraların izleyici/okuyucuları için muhabirden daha önemliler. Annemler Halk TV’de hiçbir muhabirin adını bilmez, ama tüm yorumculara adıyla hitap eder. Yukarıdaki Emin Çapa örneği; kopyala/yapıştır.
Belgesel?
“Kriz anında ihtiyaç habercilik mi, belgesel mi?” Tansel Erdem Yılmaz 15 Mart’ta n dinliyoruz podcastte bu soruyu soruyordu. Görüp dinlediğim ve “Evreka” dediğim andan devam edeyim yazıya.
Haddim olmayarak, Türkiye siyasetinde gerçek anlamda bir değişim olacaksa, bunun Erdoğan seçmeninin sağlıklı, şeytanlaştırma ve parodileştirmeden uzak bir analizi (akademide olduğu kadar basında da) yapılmadığı sürece mümkün olmadığını savunuyorum yazının başından beri. Şeytanlaştırma ve parodileştirmeyi hobi olarak yapın tabii, ama seçim gecesi hayal kırıklığına uğramamak şartıyla.
Bu ruh hâlinden en uzak kalması beklenecek basının ise, farklı kulvar ve mecralarıyla pek umut vermediğini anlatmaya çalıştım. Peki bu umutsuz tablonun olumsuz şartlarından görece daha uzak olduğu varsayılabilecek belgeselciler?
Belgeselin (fotoğraf ve video), hasletleri (anlama/anlatma) nedeniyle, bu hedefe yaklaşmakta daha iyi bir araç olduğu muhakkak. Örnekleri de var. Ancak burada da toz pembe bir tablo yok.
Belgesel alanında bir şeyler yapmak isteyenlere önerilen genelde şudur: En yakınındaki, en iyi bildiğin konuyla başla. Hadi bakalım, döndük mü başa? Baksanıza “medium” baştan, “karşı taraf”a geçmeyi yasaklıyor.
Yok canım, kimsenin bir şey yasakladığı yok. Ama şeytanın avukatlığına devam: Ülkedeki politik ortam burada da hissettiriyor kendini. Pek az insan karşı tarafa geçmeye niyetli yani. Kaldı ki belgesel işleri için ulaşılabilecek maddi kaynaklar da, iktidarın mahallesine odaklanmaktan ziyade muhalefetin mahallesine odaklanmayı teşvik ediyor.
Başlığa dönersek
Haberin, belgeselin yöntem, imkân ve kabiliyetlerinden rol çaldığı, belgesele yaklaşmaya çalıştığı anlardan medet umabilir miyiz? Önerim bu. Amerika’yı baştan keşfetmeye de kalkmayalım. Batı’da yapılmışı var: “Slow Journalism”.
Gıdadan modaya, ilaçtan seyahata kadar “slow” (yavaş) hareketinin diğer tüm alt başlıklarında olduğu gibi “slow journalism” de, mevcut hâlde bir şeylerin atlandığı ve sürdürülebilir olmadığı prensibinden yola çıkıyor. “Erdoğan’ın kitlesinin hâlâ diri olduğunu göremedik ve 5 yıl daha böyle devam edemeyiz” diye de okuyabilirsiniz.
Yazının ikinci bölümünde “slow Journalism” meselesine örneklerle, biraz daha derinlemesine eğilmeyi planlıyorum. Kim bilir, belki arada, NewsLabTurkey de bu konuda doyurucu bir program ile çıkar karşımıza.