Türkiye’de yayımcılık üzerine konuşulurken söz çoğunlukla basın özgürlüğü konusunda yaşanan gerilemeye, gazetecilerin uğradığı hak kayıpları ile baskıya ve mevcut durumdaki sıkıntılara geliyor. Her ne kadar medya üzerine yapılan konuşmaların büyük bir bölümü olumsuz bir çerçeve barındırsa da, hem okurların ilgisini diri tutmayı başaran hem de sektördeki meslektaşlarına daha iyisini yapma heyecanı veren projeler de var. Bunların en önemlilerinden biri de Socrates.
Socrates’in hem sahibi hem de genel müdürü olan Can Öz, Nisan 2015’te yola çıkan derginin hikâyesini anlatırken yakın arkadaşı, deneyimli spor gazetecisi Bağış Erten’in yıllar önce ortaya koyduğu bir fikrin ve planın uygulanabilirliğine dair hissettiği sorumluluğu anlatıyor.
“Yapsak bir türlü, yapmasak bir türlü”nün arasına sıkışıp kalıyoruz her gün; bazen yapıyoruz, bazen yapmıyoruz ve ikisi de bizi bir taraftan mutsuz edebiliyor. O zamanlarda hep şuna tutunuyorum: Çıta artırıcı bir niteliği üretmeye devam ettiği sürece, aldığın kararlardan emin olmasan bile doğru yapıyorsundur,” diyen Öz’ün Socrates’in parçası olma kararının arkasında bir spor dergisi, hatta bir dergi projesini değil, gerçekten işini severek yapan insanların ortaya koymayı umduğu entelektüel kapasitesi yüksek işi destekleme heyecanı varmış.
Socrates’in arkasında, “işini bize ezberletilenden daha yüksek nitelikte yapmak isteyen” çok parlak bir ekibi olduğunu kaydeden ve derginin başarısını bu ekibe atfeden Öz’e göre, Türkiye’de eğer olanaklara sahip olabilse bu çıtayı daha da yükseğe taşıyacak birçok isim daha var.
Yola çıktıkları dönemde çevrelerinde “Siz deli misiniz?” diye soranlar olduğunu söyleyen Öz, Socrates’in “uzun metinlerin çok okunmadığı, okuyucunun yazılı içeriğe para ödemeye yanaşmadığı” gibi yorumların “ön yargı” olduğunu ortaya koyduğunu düşünüyor. “Sanıyorum bu ezberlerden dolayı Türkiye’de ortaya çıkabilecek çok sayıda nitelikli iş de yapılmıyor. Belki de ön yargılar olmasa çok daha fazla Socrates gibi girişim olacak,” diyen Öz’e göre Türkiye medyasının içinde patlamaya hazır parıltıda çok insan var ve bunun gerçekleşmesinin koşullarından biri de mevcut siyasi şartların değişmesi.
Can Öz’le Socrates’in yola nasıl çıktığını, bugün hangi noktaya geldiğini, aradan geçen 5 yılda sürdürülebilirliği nasıl sağladıklarını, üç yıl önce fiziksel derginin geleceğine dair yaptıkları toplantıyı, Socrates Stüdyo’nun ortaya çıkışını ve yarattığı etkiyi, yatırımcılarının hisselerini almaya hiçbir zaman gelmediği bir mekândan doğan Socrates Bistro’yu ve Türkiye’de medyanın mevcut hâlini konuştuk.
Bağış Erten’in Socrates projesini size getirişini anlatırken, “Spor dergisi çıkaramayız abi demek için tamamını izlemem gerekiyor diye düşünüyordum. Sunumu tamamlandığında bahsettiğinin başka bir dergi olduğunu anlamış ve çok heyecanlanmıştık” diyorsunuz. Socrates’i bir fikir olarak akıllara düşmesinden bu yana “başka bir dergi” yapan ne?
Türkiye’de spor taraftarlığı, spor medyası her açıdan çok problemli. Bağış da çok güvendiğim birisidir ve bu saçmalıkların dışında kalan, gerçekten işini severek yapacak insanlarla ortaya koyacakları, neredeyse alturistik bir dergiden, entelektüel kapasitesi çok yüksek bir işten bahsetti. Bu da beni spor dergisi veya dergi deyince aklımıza gelen şeyden bağımsız heyecanlandırdı.
Planı yapmışlardı, o planın yürümesi için bir yayıncıya ihtiyaçları vardı. Bulmasalardı belki de yapamayacaklardı. Orada da biraz sorumlu hissettim açıkçası. Anlattığı konular ve insanlar da, -özellikle hayranlık duyduğum Caner Eler’in derginin içinde olması, beni çok heyecanlandırdı.
Derginin aslında sadece yayın sürecinde teknik olarak destek verecek şekilde başlayıp sonra işin ilerlemesiyle heyecan da arttı ve çok daha fazla içinde bulduk kendimizi.
[bctt tweet=”Can Öz: Türkiye’de olanaklara sahip olsalar birçok alanda çıta yükseltecek işler yapacak; ama sahip olamayan çok fazla insan var.” username=”newslabturkey”]
Caner Eler’e değindiniz. Bağış Erten projeyi size getirdiğinde aklında başka hangi isimler vardı?
Bağış çok netti, yazacak isimler belliydi zaten. Zaten yazacak isimlerle konuşulurdu, o bir çevre meselesi ama esas dergide çalışacak olan insanlar çok önemliydi: Bağış Erten, Caner, İnan, Onur… Sonra tanıştığım bazı insanlar da var.
Çok parlak bir ekipten bahsediyoruz. Çok parlak ve istekli ekipler genellikle zaten doğrucu işler çıkarır. Bir de Türkiye’de işini bize ezberletilenden daha yüksek bir nitelikte yapmak isteyen, aç insanlar çok daha kıymetliler bence. Socrates sadece küçük bir örnek, çok daha fazla insan var aslında Türkiye’de bu tür olanaklara sahip olsalar birçok alanda çıta yükseltecek işler yapacak olan; ama sahip olamıyorlar.
O sebepten işe yaramış olma hissi de verdi bana açıkçası.
Onur Erdem, bir söyleşide projeyi ilk duyuşundan bahsederken “Çok ciddiye almamıştım açıkçası” itirafında bulunup kendi kendine “Can Yayınları neden dergi çıkarsın? Hadi çıkardı, neden spor dergisi çıkarsın” sorularını sorduğunu söylüyor. Gerçekten de Can Yayınları neden bir dergi çıkardı; hadi çıkardı, neden spor dergisi çıkardı? Çıkarmasak mı diye düşününce aklınıza gelen olumsuz düşünceler neydi?
Dergi başarısız olabilirdi. Sonuçta ben dergici değildim; o kadar iyi tartamıyorum durumu, hâlâ da değilim. Bir tane dergide rol alıyorum, “dergiciyim” diyebilmek için çok daha fazla fırın ekmek yemek lazım. O yüzden de tartamadım; ne kadar başarılı olacak, ne kadar yorulacağız, emekler boşa mı gidecek kısımlarını kestiremedim.
Onun dışında çok soru işareti yoktu. Çok iyi bir işti çünkü, parçası olmaktan keyif alacaktım. Bir de Bağış çok iyi arkadaşım, yakın dostum olan güvendiğim insanlarla çalışmayı, güven temeline dayanan ilişkileri ben çok severim.
[bctt tweet=”Can Öz: Çıta yükseltici örneklerle yeterince karşılaşırsak hepimizin hayat kalitesi daha yükseklerde olur.” username=”newslabturkey”]
“Bize ezberletilenden daha yüksek nitelikte bir iş sunmaya hazır insanlar olduğunu” söylediniz. Socrates’in hikâyesini konuşurken de hem sizden hem de Caner Eler’den derginin bir “ön açma misyonu” olduğunu da duyuyoruz. Şu anda baktığınızda Socrates’in açtığı yoldan devam eden, o nitelikteki insanlara olanak sağlayan başka yayınlar görebiliyor musunuz?
Eskiden de vardı bu tür yayınlar, şimdi de birçok alanda görüyorum tabii ki. Bir kere zaten bu tür yayınlara girdiğimizde “Gelişim Spor”la başlıyor iş. Hakikaten nitelikli bir yayıncılıktan bahsediyorsak, “Fast Break” bunlardan bir tanesiydi. NTV Spor var. Herkes her gün boşuna NTV Spor’u örnek vermiyor, tekrardan bir çıta yarattılar.
Çok alanda bunu yapan insan var. Bazen kurumlar oluyor, bazen şahıslar oluyor. Tayfun Atay’ın tek başına yaptığı habercilik tipi çıta yükseltici bir iş ya da Mirgün Cabas’ın yaptıkları kendi alanında çıta yükselten işler. Sizin bana bu röportajdan önce gönderdiğiniz sorular da böyle. Bu tür işlerde benim ender gördüğüm nitelikte bir çalışmayla bana sorular göndermişsiniz. Bu yaptığınız çıta yükseltici bir şey, bu tür örneklerle yeterince karşılaşırsak hepimizin hayat kalitesi daha yükseklerde olur.
Ben de yıllardır bunu düşünüyorum. Hakikaten çok sıkışıyoruz, hepimiz etik bir bunalımdayız. “Yapsak bir türlü, yapmasak bir türlü”nün arasına sıkışıp kalıyoruz her gün; bazen yapıyoruz, bazen yapmıyoruz ve ikisi de bizi bir taraftan mutsuz edebiliyor. O zamanlarda hep şuna tutunuyorum: “Çıta artırıcı bir niteliği üretmeye devam ettiği sürece, aldığın kararlardan emin olmasan bile doğru yapıyorsundur.” Böyle bir düstur yakaladım kendime, ona sıkı sıkıya tutunuyorum. (Gülüşmeler)
[bctt tweet=”Can Öz: Derginin içeriğinin, haber dilinin nasıl olması gerektiğine dair benden derginin yayın ekibine tek bir kelime çıkmaz.” username=”newslabturkey”]
Bağış Erten, MediaCat’le yaptığınız bir söyleşide Socrates’le globalde yükselen spor dergiciliği dalgasının Türkiye’den bir parçası olmak adına hamle yaptığınızı, bunu yaparken de özgün bir tasarım ve özgün içeriği merkeze aldığınızı söylüyor. Siz de başka bir söyleşide, “Socrates müthiş bir dergi olmakla beraber çok kıymetli bir nesne olarak tasarlandı” diyorsunuz.
En başından itibaren baktığımızda Socrates’in hikâyesinin görsel bir boyutu, sadece iyi yazılı içeriklerin yanına iyi görsel değil de birbiriyle bütünleşmiş, bunun üzerinden kurgulanmış bir yapı var.
Bu kısmı nasıl gelişti Socrates’in? Bugünkü dergiyi çıkaralım noktasına nasıl geldiniz? Derginin görsel bütünlüğüne verdiğiniz özen, TBWA’yla çalışmanız nasıl alınan kararlardı?
Benim başlangıçta çok rolüm yok. “Evet, ne güzel fikir” falan diyordum ama yüksek bir özgüvenle söylemiyordum bunları. Orada çok uzun yıllar bu işi yapmış insanlar var. Bir kere en başta Bağış vardı zaten, ardından Caner Eler, İnan Özdemir… Bu insanlar dergicilik de yapmış, nitelikli spor yayıncılığı konusunda zaten hayatlarını vakfetmiş insanlar. Dolayısıyla onların vizyonu; ben onların vizyonuna en fazla bir çerçeve olarak katıldım diyebilirim, onun içini resmedenler kendileri. Bugün de öyle, derginin içeriğinin, haber dilinin nasıl olması gerektiğine dair benden derginin yayın ekibine tek bir kelime çıkmaz. Çünkü benden daha iyi biliyorlar o işi, daha iyi hazırlıyorlar benim hazırlayabileceğimden.
Anlaşan bir ekip zaten. Hüseyin vardı, bizim ilk illüstrasyonlarımızı ve görsel tasarımlarımızı yapan TBWA’da ve onun yaptığı işi çok beğendikten sonra, “Eee abi hadi katıl Socrates’e, bizle çalış” diye bir şey teklif ettim. Hüseyin’i bir sene peşinden koştuktan sonra ikna ettim. Sonunda geldi katıldı bize ve Socrates’in sanat yönetmeni oldu. Başlangıç noktasında logoyu tasarlayan kişi Hüseyin. Şimdi bütün kapakların illüstrasyonlarını da o yapıyor, derginin görsel kimliğini de o tasarlıyor. Çok kıymetli işler yapıyor gerçekten, e zaten sporsever.
Bütün ekip birbirini çok iyi tanıyor, dolayısıyla sayı çıkmadan önce nasıl kapaklar isteneceğine göre Caner, Hüseyin’i arar; -bazen tartışırlar, bazen anlaşamazlar, Hüseyin tam istediğini yapmaz Caner’in ya da Caner ondan başka bir şey ister falan, sonuçta ama tarih gelene kadar çok iyi bir kapak çıkar hep. Aşağı yukarı böyle, ve böyle de devam ediyor.
[bctt tweet=”Can Öz: Socrates’i çıkarırken hedef kitle kendimizdik.” username=”newslabturkey”]
Yeniden Socrates’in kuruluşuna dönersek; Mehmet Y. Yılmaz, yaptığımız söyleşide yeni bir yayın çıkarmadan önce ilk yaptığı şeyin hedef kitle belirlemek olduğunun altını çizdi. Siz Socrates’i çıkarırken nasıl bir kitle belirlemiştiniz? Bu hedef kitlenin dışına da çıktı diyebilir miyiz Socrates? İlk sayıyı düşündüğümde sanki satması planlananın çok üzerinde bir sayıya ulaşmıştı, bayii gezip aradığımı hatırlıyorum.
Beklenmedik bir şey oldu evet. Ama sonuçta her şey beklenmedikti zaten.
Çok belli işler olmadığı sürece hedef kitle tanımları beni hep yanıltmıştır. Yaklaşık 14 senedir iş dünyasında hedef kitleler, pazarlama çalışmalarının içindeyim ama ne zaman ki çok net bir hedef kitle planlamaya çalışsak kafamız karıştı ve yanıldık.
Sanıyorum ki, çok elle tutulur bir iş yapmıyorsanız, -diyelim ki plastik pencere üretiyorsunuz ve belli sayıda ev ile alıcı var, onlara satmaya çalışıyorsunuz gibi bir iş yapıyor olsanız belki çok daha kolay olabilir ama entelektüel içeriği olan işlerde hedef kitle tanımı yapmak bence çok zor. Beklenmedik sonuçlar doğurabiliyor.
İlk olarak, hedef kitle diye kafanıza koyduğunuz insanların ürettiğiniz işleri beğeneceğini nereden biliyorsunuz. Beğendiklerini varsayalım, sizin o beğeniyi sağlamayı devam ettirebileceğinizi nereden biliyorsunuz. İnsanların hâletiruhiyeleri, duygu dünyaları çok sık değişiyor. Dolayısıyla açıkçası hedef kitle kendimizdik. O yüzden zaten çok başarılı olmayabilir diye düşünüyorduk çünkü bilmiyorduk.
Sonuç aldıkça ilerliyorsun. İnsanlardan gelen tepkilerden yola çıkarak ilerliyoruz. Araştırmalar, anketler, hedef kitle, grafikler, demografik çalışmaları da yaptık; bir sürü şey çıktı ama onlar konu entelektüel üretim olunca fazla bir şey ifade etmiyor. Çok yanıltıcı olduğunu düşünüyorum.
Her şeyin dijitalleştiği, uzun metinlerin çok okunmadığı, okuyucunun içeriğe para ödemeye yanaşmadığı Socrates ilk çıktığı dönemde de konuşuluyordu. Bunlar üzerine nasıl tartışmalar yaptınız?
Okuduğuna para ödemiyor diye bir genelleme yapmadık biz. Biz, yapmak istediğimiz yayında haberin ve hikâyenin derinine inen, dolayısıyla uzun yazılar olmasını istedik. Bunun da seyir zevkini artıracak illüstrasyonlar ve belki çok güzel fotoğraflarla gelmesini önemsedik. Böyle bir dergi çıkarmaya karar verdik. Bunu okuyanlar okudular ve okumayanlar da okumadılar. Bir hesap yapmadık açıkçası.
Bizim bir danışma kurulumuz vardı en başında. Spor dünyasından bir sürü insanla toplantı yaptık ve üç aşağı beş yukarı bize aynı şeyi sordular: “Bu iş başarısız olacak muhtemelen, siz deli misiniz? Niye bunla uğraşıyorsunuz?” E başarısız olursa başarısız olmuş olur ve devam etmeyiz dedik.
Sanıyorum bu ezberlerden dolayı Türkiye’de ortaya çıkabilecek çok sayıda nitelikli iş de yapılmıyor. Socrates çok başarılı olmuş bir proje, kendi kendini döndürebilen bir proje. Para kazandıran bir proje değil ama onun sebebi de para kazandıkça bizim bunu Socrates’e harcamamız, yoksa kazandırırdı da. Bu çok başarılı olduğunu gösteriyor; çünkü sıfırdan çıkmış, hiç yapılmamış ve çok pahalı bir şeyden bahsediyoruz. Fiziksel dergi üretmek çok pahalı bir şey artık. Demek ki bu ön yargılarımız biraz da yanıltıcı. Demek ki biz kendi toplumsal aydınlanmamızın önünde birtakım ön yargılarımızla duruyoruz. Belki de bu önyargılar olmasa çok daha fazla bunun gibi girişim olacak. Neden olmasın? Olmalı.
Biz körü körüne girdik. Herkes deli misiniz derken girdik ve çok da sandığımızın, söylenenin dışında bir tabloyla karşı karşıya kaldık.
Yola çıkarkenki hedefleriniz arasında “derginin kaliteli, yaygın dağıtabilecek kadar üretebiliyor olmasını ve kendini taşımasını” gösteriyorsunuz. Socrates’in kendi kendini döndüren bir dergi olduğu vurgusunu da sıklıkla yapıyorsunuz. Buradan Bistro’yu sormak istiyorum. İstanbul’daki mekânınız, Socrates’in gelir şemasının bir parçası olarak mı açıldı? Bunun sürdürülebilirlikteki yeri ne?
Açıkçası, benim yaptığım işlerde öyle çok uzun vadeli, çok vizyoner büyük planlar yoktur genelde. Bistroda da yok. Çok yakın bir dostum; en eski ve yakın arkadaşlarımdan biri gastronomi mezunu. Bir yer açmak istiyordu ne zamandır. Bir yer bulmuş ama arkadaşları ödemeleri gereken toplu parayı getirememişler. Dertliydi çünkü o akşamdan itibaren mekânı başka birine vereceklerdi. Ben de dedim ki, “Ben ödeyeyim, arkadaşlarına da iki gün daha süre ver, getiren parasını verip hissesini alır, kimse getirmezse de bir şekilde beraber açarız, bakarız çaresine yani.” E kimse para getirmedi. (Gülüşmeler)
Oturduk sonra, “N’apalım?” dedik. Ben de “Abi Socrates’le birlikte düşünür müsün, spor ve Socrates’in yayıncılığı temalı bir şeyler yaparız,” diye sordum, Hüseyin belki birtakım illüstrasyonlar yapar. Bayıldı, Baran da çok sever Socrates’i çünkü. Sonra bir araya geldik, Socrates ekibi, Baran, ben. Oturup nasıl yaparız dedik ve yaptık.
İleride çok fazla bistro da olabilir, çok büyük bir iş de olabilir, olmayabilir de ama bu işlerin hep çıkış noktası bir kişi oluyor benim için.Büyük bir iş ve girişimcilik vizyonu olmuyor. Bistro da öyle değil. Tabii yapacağımız zaman doğru formüle etmeye çalışıyoruz, bu da çok planlıymışız görüntüsü veriyor olabilir ama yok öyle bir sistem.
[bctt tweet=”Can Öz: Çok ince çalışılmış nakit akışları, planlar, projeksiyonlar, bütçeler, 1 yıllık, 2 yıllık planlar oluyor ama bu planların ne kadar ayaklarının yere bastığını Türkiye gibi bir ülkede her zaman bilemiyorsunuz.” username=”newslabturkey”]
Derginin kendini taşıyabilir hâle gelmesi, derginin kendini yaygın dağıtımda tutabilmesi, sürdürülebilir olması gerektiğine dönmek istiyorum. Hepiniz bunu sık sık vurguluyorsunuz. Peki, bu kadar pahalı bir işin kendini bütçelendirebiliyor olması nasıl gelişti?Socrates reklam gelirleri üzerinden mi dönüyor? Başlangıçta kafanızdaki plan neydi, hangi noktaya geldiniz? Derginin yanı sıra podcast ve stüdyo gibi iki yayın türüne daha genişlemeniz bir sürdürülebilirlik adımı mı?
En başta bir plan yoktu, “göreceğiz” dedik. Zaman geçtikçe de çok değişen bir piyasaydı zaten. Çok ince çalışılmış nakit akışları, planlar, projeksiyonlar, bütçeler, 1 yıllık, 2 yıllık planlar oluyor ama bu planların ne kadar ayaklarının yere bastığını Türkiye gibi bir ülkede her zaman bilemiyorsunuz. Sezgilerinize ve gelişmelere daha çok bakıyorsunuz.
[bctt tweet=”Can Öz: Üç yıl önce oturup, bu gidişi kıramazsak 2 sene sonra buna devam edemeyebiliriz diye toplantı yaptık.” username=”newslabturkey”]
2017’nin sonlarına doğruydu artık, oturup bir toplantı yaptık. Onlara piyasanın gidişini, fiziksel derginin maliyetleri ve reklam piyasasının fiziksel yayınlardan çekilmesi sürecinin önümüzdeki bir iki sene içinde çok agresifleşeceğini ve bizim bir formül bulmamız gerektiğini anlattım. Bunu anlatmak tabii kolay, fiziksel dergi veya gazete üreten herkes zaten birbirine kaç zamandır söylüyordu. Bu aslında şey de demekti bir bakıma da, bu gidişi kıramazsak 2 sene sonra buna herhalde devam edemeyeceğiz. Bunun konuşmasıydı aslında.
Sonra İbrahim Subay “YouTube’da bir şeyler yapalım” dedi. “Ne olacak YouTube’da bir şey olunca, nasıl bağlıyorsun?” dedik. “Ya biz yapalım bir şeyler” dediler ve başladılar. Şubat 2018’de ilk YouTube yayınları başladı, çok güzel işler yaptılar hakikaten, ben de bunun üzerine dedim ki, “Bakın Dünya Kupası geliyor, ben buna bir bütçe ayırayım ve yapabileceğinizin en iyisini yapın ve bittiğinde bakalım bu bizim için çözüm olacak bir alan mı?”
[bctt tweet=”Can Öz: Socrates Stüdyo büyüdü ve çok gelir elde etmeye başladı; bu gelirlerle derginin riskini de biraz ortadan kaldırıyor.” username=”newslabturkey”]
Yatırım yapıp üzerine düşelim mi düşmeyelim mi ona karar vereceğiz. Muazzam bir iş çıktı Dünya Kupası’nda. Ve sonrasında bu işi büyütmeye karar verdik, Socrates Stüdyo büyüdü ve çok gelir elde etmeye başladı. Artık çok ciddi gelirler elde ediyor ve bu gelirlerle en nihayetinde derginin riskini de biraz ortadan kaldırıyor.
İlginçtir, son dönemde, son 4-5 aydır dergi de kendi içinde bir yükselişe geçti ve kendi riskini kendi taşır noktaya çok yaklaştı. Sürekli konuşuyoruz, sürekli öneriyoruz, birtakım öngörülerde bulunmaya çalışıyoruz ama eninde sonunda çalışıyoruz ve sonuçlara bakıyoruz. Kurgulanmış ve noktaları belirlenmiş, üzerinden çizgiler çizerek tamamen uyduğumuz bir planımız yok, olmuyor hiç. Hayallerimiz oluyor işte, kovalıyoruz. Yine öyle, bir sene sonrası için de, üç sene sonrası için de kafamızda birtakım hayaller var ama gerçekleştikçe göreceğiz tabii.
Gelinen noktada okurlarınız, izleyicileriniz ve dinleyicilerinizle kurduğunuz ilişki nasıl? Socrates etrafında bir kimlik oluştu mu, bir aidiyet hissediyorlar mı?
Kimlik biraz iddialı olur ama derginin çok güçlü bir aurası olduğunu söyleyebilirim. Vardır illaki Socrates’i kendisiyle özdeşleştiren okurlar ama en çok çok ciddi bir sadakat ve takip var. Sevgi var çok yoğun, onu da hissediyoruz. Çok yüreklendiren insanların sayısı gittikçe artıyor.
[bctt tweet=”Can Öz: Edebiyat yayıncısı olduğunu söyleyen bir yayıncının süreli yayın çıkarma görevi olduğunu düşünüyorum.” username=”newslabturkey”]
Can Yayınları bir süre Öykü Gazetesi’ni de çıkardı; tam dergi formatı diyemeyiz ama devam etmedi. Siz de bireysel olarak başka bir dergi işinin arkasına geçmediniz.
Can Yayınları’nda ben görevi, genel müdürlüğü 2018 Ocak’ta teslim ettim. Teslim ettikten sonra ben girmedim ama Can Yayınları benden sonra “Trendeki Yabancı“yı çıkardı, elektronik dergi olarak.
Bir yayıncının, edebiyat yayıncısı olduğunu söyleyen bir yayıncının süreli yayın çıkarma görevi olduğunu düşünüyorum ben. Bu çok iyi olmayabilir, daha iyi olması için uğraşırsınız ama hiç çıkarmıyor olamazsınız. Çünkü diğer tarafta büyük bir kavga dövüş yapar, sizin entelektüel olarak yeni kanallar, olanaklar açıyor olmanız lazım. Bunun bir görev olduğunu düşünüyorum açıkçası.
O yüzden yayınevi de zaten ben görevi devrettikten sonra çare aradı, dolayısıyla da Trendeki Yabancı devam ediyor. Yarın Trendeki Yabancı’dan vazgeçerlerse, -ki sanmıyorum çok başarılı gidiyor çünkü, o zaman da başka bir dergi çıkarması gerekir Can Yayınları’nın. Her zaman bir dergi çıkacak Can Yayınları’ndan.
[bctt tweet=”Can Öz: Maalesef Socrates’i yayımladıktan sonra benim dergi işinden çok iyi anladığıma ikna olup yanılan bir sürü insan var.” username=”newslabturkey”]
Siz peki Socrates sonrasında başka bir şey denemek istemediniz mi? Socrates o güveni vermedi mi? Ben kaliteli içerik sunuyorum, bir bütünlük oluşuyor ve insanlar okuyor, başka bir şey de deneyelim demediniz mi?
Maalesef Socrates’i yayımladıktan sonra benim dergi işinden çok iyi anladığıma ikna olup yanılan bir sürü insan var. (Gülüşmeler) Bana bizim dergiyi sen çıkar diye çok öneri, tavsiye geldi ama hakikaten bilmiyorum. O dergiyi nasıl iyi çıkarırız, nasıl başarılı oluruz bilmiyorum. Ki Socrates çok yorucu bir serüven, bütün vaktimi vakfediyorum. Bütün gün çalışıyorum, her gün çalışıyorum Socrates’in başarılı olması için. Bunu yapmasan olmazdı zaten, devam edemezdi Socrates. Dolayısıyla zaten şu an düşünemem başka bir şeyi. Sonrasına dair de bir fikrim yok, Socrates’e dair daha yapacak çok işim var zaten.
Şu anda Türkiye’de yayımcılık ortamına baktığınızda, içerik üretimi ve gazetecilik anlamında etkilendiğiniz yayınlar arasında heyecanlandıklarınız var mı?
Geleneksel gazetecilikte işleri kötü yapıyorlar. Felaket, zaten hepimiz biliyoruz.
Yeni ve diğer kuruluşlar arasında işini çok iyi yapmak için elinden geleni yapan kurumlar var. Medyascope, Ruşen Çakır bunlardan bir tanesidir gazetecilik yapmak açısından. Yorumculuk, değerlendirme açısından Ünsal Ünlü bunlardan bir tanesidir. Disiplinle ve işlerini aksatmadan yapan insanlar var.
Artık zorla ve zorbalıkla tutulan, frenlenen ama en nihayetinde göz göre göre gelen durumlar var Türkiye için. Umuyorum medya anlamında olumlu bir yere çıkar bu işin ucu, eğer böyle olursa patlamaya hazır parıltıda çok insan var. Yeni kurumlar oluşturmaya niyetli, bildiğim veya duyduğum insan da var çok sayıda. Ama bugünün siyasi şartlarında pek mümkün gözükmüyor ne yazık ki.