Gazetecilik yapmak, dünyanın her yerinde, her devirde zor bir iş olmuştur. Önce insan, sonra gazeteci olduğunun bilinciyle işini yapan, haber değeri adına insanın değerini harcamamak için çırpınan sahici gazeteciler içinse çok daha zor bir meslektir ve ne yazık ki çoğu zaman bir bedel ödemeye mecbur bırakır gazeteciyi. Eğer gazetecinin asıl görevi, yok sayılanların, görmezden gelinenlerin, hakları ihlal edilenlerin, sesini duyuramayanların sesi olmak, insan haklarını korur şekilde işini yapmaksa tüm baskılara ve engellere rağmen cesur olmak zorundadır. Bugün gazeteciliği, içinde bulunduğu çıkmaz sokaktan çıkaracak olan da asıl görevinin ne olduğunu unutmamış, cesur gazetecilerdir. Bertolt Brecht’in dediği gibi “Köklü değişiklikler, çıkmaz sokaklarda gerçekleştirilir” ve gazeteciliğin köklü bir değişikliğe ihtiyacı olduğu açıktır. Az sayıda da olsa “insanlaşma” yolculuğunda önemli adımlar kat etmiş ve dolayısıyla işini “akla ve erdeme uygun” bir şekilde icra eden gazetecilerin hâlâ var olduğunu bilmek, gazetecilik adına insanın umudunu diri tutmasını sağlıyor. Yaklaşık 40 yıldır gazetecilik yapan Faruk Bildirici de bu umutta yeri olan isimlerden biri. 27 yıldır Hürriyet Gazetesi’nde farklı görevler üstlenen ve son dokuz yıldır da gazetenin ombudsmanlığını (okur temsilciliği) yapan Faruk Bildirici, geçtiğimiz günlerde bu görevinden ayrılmak zorunda bırakıldı. “Ben 12 Eylül koşullarında başladım gazeteciliğe. O zaman da inandım, bugün de inanıyorum; suyun akıp yolunu bulması gibi bilgi de her zaman akacak kanal bulur. Gazeteciler tek tek saf dışı edilseler de son sözü her daim gazetecilik söyler,” diyen Bildirici ile gazeteciliğin içinde bulunduğu açmazı ve mesleğin geleceğini konuştuk.
İlk olarak Hürriyet’teki ombudsmanlık görevinizden ayrılmanızla ilgili detayları öğrenebilir miyiz?
Demirören Grubu’nun Doğan Medya’yı satın almasının ardından bu grupla uzun süre devam edemeyeceğimin farkındaydım. O günden itibaren 27 yıldır çalıştığım gazetemden kopmaya ve yavaş yavaş odamı toplamaya başladım. Daha önce izlediğim çizgiden taviz vermeden yazmaya da devam ettim. Kasım ve aralık aylarında sonradan kişisel web sitemde de yayınladığım üç ayrı yazım kullanılmadı. Bunun sonucu olarak 15 Aralık’ta İstanbul’a çağrıldım. “Bundan sonra Hürriyet’i eleştiren yazılar yazma. Sadece genel medya yazıları yaz” denildi. Ben de bunu kabul edemeyeceğim karşılığını verdim. Okur Temsilcisi (Ombudsman) olarak benim görevim gazetemi eleştirmek, hatalardan gazetem ve gazetecilik için artı değer üretmek, bu yolla okur ile gazetenin güven ilişkisini güçlendirmek. Eleştirmeyen yazılar yazmak görevimi yapmamak demekti. 39 yıllık bir gazeteci olarak bugüne değin izlediğim çizgiye ihanet edemezdim. Bunları söyledim. Israr ettiler, “Okur temsilciliğini bırak, köşe yazıları yaz” dediler. Ben de “O zaman da şunu yazma, bunu yazma” diyeceksiniz. Siz en iyisi beni atın, siz de rahat edin ben de karşılığını verdim. Ben ertesi gün Ankara’ya döndüğümde veda yazımı yazıp beklemeye başladım. Ama hemen atmadılar. Mart ayı başına kadar beklediler. “Polis tacizi” başlıklı yazımdan sonra arayıp “Okur Temsilcisi köşesinin kaldırılmasına ve benimle de yolların ayrılmasına karar verildiğini” bildirdiler. Veda yazısı yayımlama isteğimi kabul ettiler. Böylece Hürriyet ve ombudsmanlık dönemim kapanmış oldu.
9 Nisan 2010’da bu görevi devralmıştınız. “Günahlarımızda Yıkandık/Örneklerle Gazetecilik Meslek Etiği” isimli son kitabınızda, “Okur Temsilcisi olarak pusulam her zaman gazeteciliğin evrensel etik kuralları oldu” diyorsunuz. Hak gözetmek, insan onurunu korumak, etik ilkelerle hareket etmek ve doğruyu söylemek her devirde olduğu gibi bugün de tehlike arz ediyor sanırım, ne dersiniz?
Kesinlikle evet. Maalesef biz gazeteciler egoları hayli yüksek insanlarız. Hatalarımızın yüzümüze karşı söylenmesinden pek hoşlanmıyoruz. Ama gazetecilik şeffaf yapılması gereken bir meslek ve hatalarımız zaten milyonların gözünün önünde sergileniyor. O nedenle hata yaptığımızda açıkça düzeltmemiz, özür dilememiz ve bir daha tekrarlamamak için önlem almamız gerekli. Benim yapmaya çalıştığım buna aracılık etmek, yüksek kaliteli ve evrensel gazetecilik değerlerine uygun gazetecilik yapılmasına katkıda bulunmaktı. Fakat engellerle karşılaştım. Birinci engel, gazete sahipliğinin evrensel gazetecilik ilkelerine uymak konusundaki isteksizliğiydi. Ki bu, Doğan Grubu zamanında da böyleydi.
Demirören Grubu’nun Doğan Grubu’ndan temel farkı, bu grubun siyasi iktidara koşulsuz olarak biat etmesi, asıl kaygılarının gazetecilik değil Saray’ı memnun etmek olması. İkincisi de maalesef bazı meslektaşlarımın gazetecilik ilkelerini çiğneme konusundaki hevesleri ve bunu oldukça doğal hakları görmeleriydi beni engelleyen. Benim bütün bu sorunlara, ilkesizliklere karşı gücüm, güçsüzlüğümden kaynaklanıyordu. Bir partim, grubum, şirketim, takımım vs. gibi hiçbir bağlantımın olmaması, bu ilkeleri meslek hayatım boyunca uygulamaya çaba harcamış olmam da beni güçlendiriyordu. Sırtımda yumurta küfesi yoktu. Birini eleştirdiğimde sen de şunu yaptın diyemiyorlardı.
Kitapta, editoryal kadroyla ilişkilerde zorluklar olduğundan ve gazetedeki yanlışları açıklama, eleştiri yöneltme, etik ihlalleri denetleme misyonunuzun kabullenilmesinin zaman aldığından bahsediyorsunuz. Yaşadığınız zorluklardan ve bu zorlukların üstesinden nasıl geldiğinizden bahseder misiniz?
Aslında Okur Temsilciliği denilince benden beklenen okur ile gazete arasında hep denge gözeten, çoğunlukla gazeteyi ve gazetecileri haklı çıkaran, daha çok bir Halkla İlişkiler görevlisi gibi çalışan biri olmamdı. Ben böyle davranmayıp, doğruya doğru, haksıza haksız demeye ve ağırlıklı olarak gazeteyi eleştirmeye başlayınca tahammülsüzlükler ortaya çıktı. Kimi meslektaşlarım bu tavrımı hazmedemedi. Zaman zaman gerginlikler de yaşadım. Ama her seferinde sertleşmemeye, kavga ortamı yaratmamaya dikkat ettim. Bazen üzerime gelindiğinde derin bir nefes alıp geri çekildim, biraz bekledim karşı tarafın da sakinleşmesini. Ondan sonra yeniden üzerine gittim konunun. Zamanla sanırım tavrım daha iyi anlaşıldı. Büyük yazar/küçük yazar, yazı işleri müdürü/muhabir, bölüm şefi/editör, siyaset/dış haberler ya da spor/magazin ayrımı yapmadan her birimi, her arkadaşımı aynı ölçekle eleştirdiğim kabul edildi. Adil olmaya, herkese eşit davranmaya özen gösterdiğim görüldü. Bu, işimi biraz kolaylaştırdı ama maalesef hataların düzeltilmesinde, kaliteli gazetecilik konusunda amaçladığım kadar yol alamadım. Elbette her şeyin benim elimde olmadığını, benim çabama bağlı olmadığını biliyorum ama yine de bu duruma üzülüyorum. Zaten gazeteden koparılmak değil, yanlışları ve gazetecilik ilkelerini çiğnemeyi alışkanlık edinenlerin, bunu doğal hakları görenlerin hâlâ el üstünde tutuluyor olmasını görmek, asıl kahreden…
Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın verilerine göre 10 bin basın çalışanı işsiz, 145 gazeteci hapiste. Ayrıca 889 gazetecinin basın kartı iptal edildi; yasaklar, sansür ve otosansür de cabası. Ne var ki “tek sesli medyada” her şey yolunda gibi, hayat devam ediyor. Bunca işsiz gazeteciyi de hesaba katarsak gazetecilik nereye gidiyor sizce?
Türkiye’de medya bugünlere kolay gelmedi. Az önce verdiğiniz sayılar, siyasi iktidarın medyaya karşı yürüttüğü diz çöktürme mücadelesinin göstergeleri. Tek tek gazeteciler ve gazetelere, televizyonlara karşı yürütülen sistematik baskılar yıllardır sürüyor. Bunların yanısıra medya kuruluşları devşirildi, sahiplikleri değiştirildi. Sonuç olarak bugün geldiğimiz noktada medyanın büyük bir bölümü siyasi iktidarın kontrolüne girdi. Sorunun bir yanı bu, diğer yanı da geleneksel gazeteciliğin dijital devrimin karşısında bocalama içine girmesi. Ama gazeteciliğe yeni olanaklar da getiriyor dijital devrim. Gerçekleri aktarma ve eleştirel yaklaşma misyonunu yerine getiremeyen ama teknolojik olanakları genişlemiş bir medya durumundayız. Geçmişteki hatalarımızı da katarsak Türkiye’de medya tam anlamıyla bir çöküş yaşıyor, çöküş…
İnsanların haber ve bilgi alma hakkı tükenmeyeceğine göre elbette yeniden ayağa kalkacak medya. Ama yeniden ayağa kalkıldığında bugün iktidar kontrolüne giren medya kuruluşlarıyla devam edilmeyecek. Yeni, yepyeni bir medya doğacak. Habercilik anlayışıyla da, dijital devrime uyum sağlamasıyla da yeni olacak. Ben 12 Eylül koşullarında başladım gazeteciliğe. O zaman da inandım, bugün de inanıyorum; suyun akıp yolunu bulması gibi bilgi de her zaman akacak kanal bulur. Gazeteciler tek tek saf dışı edilseler de son sözü her daim gazetecilik söyler.
Sendikal hak arayışına giren basın çalışanlarının kapı önüne konulduğu, sarı basın kartına sağlanan olanakların kaldırıldığı ve basın kartlarının gazetecilerin ellerinden alındığı bir ülkede yaşıyoruz. Bugün gazeteciler kendi hakları için neler yapabilirler?
Gazetecilik, sessizlerin sesidir, mağdurların savunucusu, kamu yararının bekçisidir deriz. Ama bugün geldiğimiz noktada maalesef gazeteciler bırakın başkalarının hakkını hukukunu savunmayı, kendi haklarını bile koruyamaz hâldeler. Gazeteciliğin ve medyanın içinde bulunduğu durum, tekelleşme, medyanın sahiplik yapısı, Türkiye’de demokrasi ve hukukun geldiği noktayı bir kenarda bırakırsak, bunun asıl nedeni gazeteciliğin örgütsüz olması. Hem mesleki örgütlenmeler zayıfladı hem de sendikal örgütlülük. Sanırım ilk yapılması gereken hem meslek kuruluşlarımızı, cemiyetleri güçlendirmek hem de sendikal yapıları yeniden ayağa kaldırmak. Tabii insan hakları ve katıksız demokrasi için mücadeleyi ihmal etmeden. Zira gazetecinin de, gazeteciliğin de oksijeni demokrasidir. Demokrasinin boğulduğu yerde gazetecinin de gazeteciliğin de sıkıntıya girmesi kaçınılmazdır.
Gazeteci İrfan Aktan, bir yazısında “Biz gazetecilerin en büyük gücü sorudur. Evet, sadece soru” diyor ve şunları ekleyerek bir soru soruyor: “Fakat tuhaf bir biçimde, hiçbir sorunun sorulmadığı tahakküm ortamının kendisi bir soru işaretine dönüşebilir. Bir süre sonra biz gazeteciler, mesleğimizi yapamadığımız için soru soramasak bile, insanlar ‘neden’ diye soracaklar. Peki o zaman ne yapacaklar?” İnsanlar böyle bir soru sormaya ne zaman gerek duyarlar/cesaret ederler, yani bıçak ne zaman kemiğe dayanır? Bu soru sorulduğunda gazeteciler ne yapacaklar sizce?
Madem bıçaktan ve gazeteciliğin soru sorma işlevinden söz ettiniz, ben de Elias Canetti’den alıntı yapayım. Canetti, “Kitle ve İktidar” kitabında “Soru sormak zora dayalı bir müdahaledir. Bir iktidar aracı olarak kullanıldığında, kurbanın etini kesen bir bıçak gibidir” der. Bunca yıl gazetecilik yapmış, kimi zaman soruların muhataplarını nasıl zor duruma soktuğunu görmüş biri olarak bu tanıma katılmamam mümkün mü? Bence de soru sormak iktidar sahibi olmaktır. Gazeteci karşısındaki kim olursa olsun özgürce soru sorabildiği oranda iktidarını kullanabilir. Soru soramıyorsa da iktidarını kaybetmiş demektir. O durumda iktidar karşı tarafa geçer; bugün Türkiye’de olan da −üzüntüyle değil kahrolarak söylüyorum− budur. Gazeteler ve gazeteciler soru sorma yeteneklerini değil, asıl olarak iktidarlarını kaybettiler.
Sorunuza dönersem, bıçak kemiğe dayandı zaten. Buradan nasıl çıkılacağını bilen olduğunu sanmıyorum. Ben de bilmiyorum, elimde bu hastalığı şıp diye tedavi edecek bir reçete yok ne yazık ki. Ama bıçağı teninde hisseden bütün arkadaşlarımızın çare aradığını görebiliyorum. Bu ülkede medya kuruluşları teslim alınmış olabilir ama gazetecilik ölmedi, ölmeyecek de. Teslim olmayan arkadaşlarımız eninde sonunda çareler bulacaklar, mesleklerini layıkıyla yapabilmek için. Kaldı ki, dijital mecrada ve eleştirel kimliğini kaybetmeyen gazete ve televizyonlarda, radyolarda enerjisi, mücadele azmi dipdiri meslektaşlarımız var. Kenarda köşede kalmalarına rağmen vazgeçmeyen arkadaşlarımız var.
İşlerinden edilen gazetecilerin bir kısmı Scope ya da Youtube gibi teknolojinin sunduğu imkânlar üzerinden seslerini duyurmaya devam ediyorlar. Teknolojinin içine doğan yeni nesil gazeteciler ya da gazeteci adayları için bu mecralar bir umut olabilir mi? Bu gibi mecraları/platformları ve burada yeşeren gazeteciliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yeni teknoloji yeni olanaklar getiriyor; üstelik de gazetecilik mecralarını değiştiriyor. İlerleyen yıllarda basılı gazetelerin azalacağı dijital ya da görüntülü mecralara kayacağı açık belli bu mesleğin. Şimdilik işinden edilen meslektaşlarımız bu mecralarda öncü rolleri üstleniyorlar ve içlerinde son derece başarılı olanlar var. Bu mecraların, bu platformların bence en önemli niteliği, -büyük çoğunluğunun- herhangi bir güç kaynağına, reklamverene dayanmamaları. Doğrudan izleyici ya da okurun desteği ile ayakta kalabilmeleri. Bu da haberciliklerini tamamen bağımsız hâle getiriyor; onları özgürleştiriyor. Bu özgürlük ve bağımsızlık, toplumun haber alma hakkı açısından çok değerli. Her ne kadar bizim kuşağımız bu platformlarda öncü rolü üstlense de sanırım bu yollarda asıl ustalaşacak ve yeni ufuklara doğru yol alacak olanlar genç, yeni gazeteciler olacak. Bizim kuşak, mesleki deneyimlerini onlara aktaracak ama dijital evrene uyumlu gazeteciliği asıl onlar geliştirecek.
Teknolojinin sunduğu farklı platformlar, gazeteciliğin varoluş mücadelesini devam ettirebilen bir meslek olmasını sağlayabilir mi?
Bence evet. Az önce de söylediğim gibi, çıkar ilişkilerinin dışına çıkabildikleri, reklam ya da sponsorluk gibi maddi desteklere ihtiyaç duymadıkları oranda bağımsız ve özgür gazetecilik yapabilecekler. Büyük sermayenin bu işin dışına çıktığı, tekelleşmelerin yok olduğu bir gazetecilik ortamını düşünsenize. Tekelleşme koşullarında gazetecilik yapan ve mesleki örgütleri, sendikal örgütleri darmadağın edilen bizim kuşak için hayal gibi… Güç odaklarından ve çıkar ilişkilerinden bağımsız olmak, ifade özgürlüğünde sınırların alabildiğine genişlemesine ve halkın haber alma hakkının önündeki engellerin kaldırılmasına yardımcı olur. Tabii ülkemizdeki demokrasi koşullarının yasal ve siyasal engellemeler ve baskıların da ortadan kalkması koşuluyla.
Teknolojinin akıl almaz imkânlar sunduğu bu yüzyılda haberciliğin, gazeteciliğin engellenemeyeceğini söyleyebilir miyiz? Gazetecilik yapmanın muhakkak bir yolu bulunur diyebilir miyiz?
Elbette gazetecilik yapmanın bir yolu bulunur. Teknolojik gelişmeler bu yolların çeşitlenmesini sağlıyor. Ama topluma ulaşmasında engeller, sıkıntılar olabilir. Nitekim günümüz Türkiye koşullarında dijital teknolojiye rağmen gazetecilik engellemeler ve baskılarla karşı karşıya.
İoanna Kuçuradi, “Gazetecilik kendi ‘dışındaki’ nedenlerden dolayı değil, kendi içindeki nedenlerden dolayı ‘özgür’ değildir: Gazete sahiplerinin ve yazarlarının kafa ve etik özgürsüzlüğünden dolayı” diyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben zaten gazeteciliğin günümüzde Türkiye’de hakkıyla yapılamamasının tek nedenini, siyasi iktidarın baskısı ve demokrasi eksikliği olarak görmüyorum. Elbette bunlar çok önemli, belirleyici nedenler. Ama bunun yanı sıra Türkiye gazeteciliğinin yapısal sorunları var. Bu yapısal sorunlara ilaveten bir de gazetecilerin mesleki örgütlenmeleri yok, o nedenle birey olarak haklarını savunabilecek güçleri yok. Ayrıca gazetecilerin eksiklikleri ve yanlışlıkları var. Bunların başında da etik ilkelerin yeterince bilinmemesi, bilinse de benimsenmemesi, umursanmaması ya da içselleştirilmemesi geliyor. Böyle olunca da evrensel etik ilkelere dikkat edilen bir gazeteciliğin gerçekleştirilememesinde önemli etkenlerden biri hâline geliyor etik. Kendi hakkını savunamayan, çıkar grupları karşısında direnme gücü olmayan, etik ilkelerine dikkat etmeyen bir gazeteci mesleğini nasıl özgürce icra edebilir ki? Tabii ki, özgür olamaz.
Hangi alanda haber ürettiğine ya da gazetecilik yaptığına bakmaksızın her biri gazetecinin asli görevi, yok sayılanların, görmezden gelinenlerin, hakları ihlal edilenlerin, sesini duyuramayanların sesi olmak, insan haklarını korur şekilde işini yapmaktır aslında. Bugün bu sorumluluk “hak gazeteciliği” başlığı altında yerine getiriliyor. Günümüzün tek sesli medyası karşısında bu alternatif habercilik anlayışı önemli bir boşluğu kapatıyor elbette, ama gazetecinin asli görevinin başka kavramlarla dile getirilmesi, bu görevin/sorumluluğun gazetecinin ikincil işiymiş gibi bir algı yaratmıyor mu?
Hak gazeteciliği ve buna benzer kavramların ortaya çıkması aslında medyadaki eksikliklere dikkat çekiyor. Çünkü gazetecilik sizin de belirttiğiniz gibi zaten hak ihlallerine karşı çıkmalı, insan haklarına aykırı uygulamaları izlemeli. Ama bunlar yeterince yapılmıyor. Yeterince yapılmadığı için de hak haberciliği başlığı altında bu eksiklikler giderilmeye çalışılıyor. Gazetecilik dışından nasıl görünüyor bilemiyorum ama bence bu tür kavramlar gazeteciliğin de hakkının verilmesini sağlıyor.
Sesleri duyurulmayan farklı grupların seslerini duyabilmek ve hak ihlallerini önleyecek şekilde gazetecilik yapabilmenin yolu nereden geçiyor sizce? Bu noktada insan hakları ve etik bilgisinin rolü nedir?
Öncelikle medyanın editoryal bağımsızlığının olması gerekli. Herhangi bir çıkar grubu karşısında güçsüz ya da ilişkili olan bir medya organı, ayrım gözetmeksizin bütün hak ihlallerini önleyebilmek için çaba harcayamaz. Editoryal bağımsızlığı olan bir medya kuruluşunun da hak haberciliğini benimsemesi ve muhabirler başta olmak üzere tüm editoryal kadrosunu bu doğrultuda donatması gerekir. Donanımlı ve vicdanlı gazeteciler olmadan hak haberciliği olmaz.
Gazetecinin temel görev ve ilkelerini uygulamaya koymak tek tek kişilere, her bir gazetecinin kendisine düşüyor. “Kişi olarak gazeteci” neler yapabilir ya da yapmalıdır?
Elbette etik ilkelerin kâğıt üstündeki varlığı her sorunu çözmeye yetmiyor. Malum Türkiye’de harika yasalar da var sorunları çözmez, çünkü özenle uygulanmaz. Partilerin müthiş tüzükleri, programları vardır; partinin yöneticileri bile bakmaz. Etik ilkeleri de uygulamak kuşkusuz tek tek kişilerden önce medya kuruluşlarının sahip ve yöneticilerine düşer. Genel yayın yönetmenleri başta olmak üzere bütün birim yöneticileri etik ilkeleri benimsemez ve uygulanması için ödünsüz tavır sergilemezse ilkeler havada kalır. Muhabir ve tek tek gazetecilerin ilkeleri benimsemesi ve bu yönde çaba harcaması da önemlidir. Onların da bütün zorluklarına rağmen ilkeleri benimsemeleri ve yöneticilerini zorlamaları gerekir. Ancak ortak çabayla sonuç alınabilir.
Nermin Uygur, “iyi gazeteci”den bahsederken tarafsızlığın zorluğuna dikkat çekerek şunları söyler: “İyi bir gazeteciysen: günün olaylarını yazınsal anlamlara dönüştürürken, şişirmediğin gibi budayacaksın da. Kolay görünse de, çeşit çeşit nesnel-öznel nedenlerden dolayı, çok zor bir işin üstesinden gelmeyi gerektirir gazetecilik.” Bu zor işin üstesinden hakkıyla gelmeyi nasıl başarabilir gazeteci?
Tarafsızlık elbette zordur. Çünkü gazetecinin de siyasi düşüncesi, dünyaya bakışı vardır; kimi olaylar ve kişilere karşı önyargıları, nefreti ya da sevgisi de vardır kuşkusuz. Bütün bunların içinden çıkıp yalın gerçeği bulup aktarabilmek için veriler karşısında tarafsız olması gerekir. Bu da bilgiyi kutsal görmesi, onu doğru biçimde topluma ulaştırmayı da her şeyin üzerinde tutması gerekir.
Aynı zamanda bir tarihçi olan Polonyalı gazeteci Ryszard Kapuściński, “Bir tarihçi önsezisine sahip olmak, bir gazeteci için olmazsa olmaz bir özelliktir” der ve iyi ve kötü gazeteciliğin birbirinden kolayca ayırt edilebileceğini belirtir: “İyi gazetecilikte olayların aktarılmasının yanı sıra onların niçin meydana geldikleri de açıklanır; kötü gazetecilikte ise sadece olaylar aktarılır, arkasında yer alan herhangi bir tarihsel ilişkiye ya da bağlama yer verilmez”. Bu aynı zamanda okuru önemsemektir ve sanırım gazetecilerin önemli eksiklerinden biri; ne dersiniz?
Ben olayları, nedensellik ve geçmiş/gelecek bağlantısı içerisinde vermeyen gazeteciliği “duman yeri gazeteciliği” olarak adlandırıyorum. Bir yerde yangın varsa duman görünüyorsa oraya gidip burada yangın var deyip, yangın sönünce de gitmek böyle bir gazeteciliktir. Ama asıl gazetecilik, duman çıkmayan yerlerdeki problemleri, olay ve olguları da fark edip irdelemektir. Nedenlerini araştırmak, bir sorunun kökenine inmek, tarihsel bağlamını aktarmakla kalmaz, çözüm yollarını da okura/izleyiciye sunar. Ben her zaman okurun benden daha bilgili, daha deneyimli, daha öngörülü olduğuna inandım. Onları gözeterek, onlara saygı duyarak yazdım, çizdim. Onların eleştirileri ve destekleriyle güçlendim, yol aldım.
Gazeteci söyledikleri, yazdıkları, göze görünür kıldıkları kadar sustuğu, yazmadığı görmezden geldiklerinden de sorumludur. Bir haberi çarpıtmak kadar etik dışı, gazeteciye yakışmayan, gazeteciliğe sığmayan bir durumdur bir hakikati görmezden gelmek, bile isteye kamuoyundan gizlemek. Basını bu bağlamda değerlendirir misiniz?
Bu tam da son yıllarda bizim medyamızın yaygın biçimde uyguladığı bir yöntem: görmezden gelmek. İlerde bugünlerin medyası araştırılırken yayımlananlar değil, bir de yayımlanmayan haberlerin incelenmesi gerekecek. Zira medya bugün o kadar çok olayı görmezden geliyor ki saymak çok zor. Görmezden gelerek de asli işlevlerini, yani okura bilgi verme işlevlerini yerine getirmemiş oluyorlar. Bu aslında gazeteciliğe ihanet…