NewsLabTurkey Ne Okuyor’dan Herkese Merhaba!
“Bu Hafta Ne Okuduk?” bölümümüzde tema biraz daha özeleştiriye dönük oldu. Hem yaptığımız haberlerin şekli ve seçtiğimiz konular hem de teknolojiyle olan ilişkimize dönük eleştiriler bu hafta yazılanlar arasında öne çıkanlardı. Böyle eleştirilere ve kendimize dönük sorgulamalara da ihtiyacımız var. Gazeteciliğin sorunlarından ve yaşadığımız değişimlerden bahsederken kendi hatalarımızı da göz ardı etmememiz gerekiyor. Bunların yanı sıra BBC News Lab’in son çalışmalarına dair raporu da haftanın öne çıkan okumaları arasında.
“Haftanın Odağı” ise gazeteciler ve hukuk ilişkisi. Kimi zaman gazetecileri koruyan, kimi zaman ise işlerini yapmasını engellemek için kullanılan hukuk ve yasalar üzerine biraz konuştuk. Dünyanın neresinde olursak olalım, gazeteciler ve yasaların çok yönlü bir ilişkisi oluyor. Kimi zaman iyi yanları ağır basıyor, kimi zaman kötü yanları. Fakat özellikle günümüzdeki gibi tüm dünyada ani değişimleri tecrübe ettiğimiz dönemlerde bu denge daha da hassaslaşıyor. Bu yüzden de odağımızın linklerinde gazetecilerin hukukla olan ilişkilerine dünyadan —ağırlıkla güncel— kimi örnekler derledik.
Şimdilik benden bu kadar. Görüş ve önerilerinizi her zaman bekliyoruz.
Haftaya görüşmek üzere!
—Ahmet A. Sabancı
Bu hafta ne okuduk?
SORUN YA HABERLERİN KENDİSİYSE?: Yalan haber kavramı ve yalan haberler son birkaç yıl içerisinde gazeteciliğin en büyük sorunu olarak görülüyor ve genellikle de tartışmalarımız bunun üzerinden yürüyor. Ancak De Correspondent’in kurucusu Rob Wijnberg’in farklı bir tezi var: Asıl sorunumuz şu anki tanımıyla haberlerin kendisi.
Yazısında ortaya sunduğu tez, aslında yalnızca haberlerin sorunlu yanlarını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda yalan haberlerin bu kadar popüler ve etkili hâle nasıl geldiğini de bizlere gösteriyor. Günümüzde haberlerin daha sansasyonel, güncel, negatif ve nadir olana önem vermesi ve öne çıkarması aslında gazeteciliğin asıl sorunu diyen Wijnberg, bundan kurtulmak için gazeteciliğin ve haberlerin daha “kurucu” ve uzun vadeli olanlara odaklanması gerektiğini söylüyor. Her ne kadar yazıda bahsi çok fazla geçmese de, aslında haberlerin sorunu olarak tanımladığı noktalar tam olarak yalan haberlerin kullandığı ve kendisini yaymak için kullandığı kaynaklar. Haberlerin bu şekilde olmasına alıştığımız için, bir noktadan sonra o kalıba uyan ve bizde beklenen tepkiyi yaratan metinlerin gerçekliğini sorgulamayı pek de düşünmüyoruz. Wijnberg’in bu yüzden önemli bir noktayı yakaladığını söylemek mümkün.
BBC’NİN LABORATUVARINDAN DERS ALINACAK DENEYLER: BBC News Lab, BBC’nin haberi daha iyi sunmak ve yeni teknolojileri olabildiğince verimli bir şekilde kullanmak için sürekli deneyler yapıyor. Farklı yöntemleri farklı gruplar üzerinde test ederek sundukları haberi nasıl daha iyi hâle getirebileceklerini öğreniyorlar ve bu esnada da birçok faydalı ve önemli veri ortaya çıkarıp bunları paylaşıyorlar. En son Z nesli ve 28-45 yaş arası kadınlarla yaptıkları çalışmanın sonuçları da oldukça zengin.
Eğer dijital haber platformu geliştiriyor ya da bu konulara meraklıysanız, hem bu yazıyı hem de serinin önceki yazılarını da okumanızı tavsiye ederim. Ancak genel olarak öne çıkan birkaç detay herkesi ilgilendiriyor. Çalışmanın gösterdiği en önemli şeylerden birisi, haber ve bilgi almak söz konusu olduğunda çoğunluk hâlâ metni tercih ediyor. Çünkü metni nasıl okuyacağınızı, hızınızı ve ne kadarını okuyacağınızı belirlemek daha kolay, bu kontrolü hissetmek okur için çok önemli. O yüzden de video ile haber isteyenler azınlıkta. Bir diğer önemli detay ise okurlar haberin basitleştirilmesini ya da kendilerine az bilgi verilmesini istemiyor. Tüm bilginin mümkün olduğunca ellerinin altında hazır bulunmasını, basitleştirme yerine açıklamayı ve haberin kendileri ve çevreleri üzerinde nasıl bir etkisi olacağını görmek istiyorlar. Yani haberi kısıtlı tutmak, farklı gerekçelerle haberi parçalara bölmek ya da ek bilgiyi linklerle başka yere koymak okuyucuyu uzaklaştırıyor. Bundan sonraki çalışmalarınızda özellikle bu detayları aklınızda tutmanızda fayda var.
GAZETECİLERİN “PARLAK ŞEYLER SENDROMU”: Teknolojinin gelişmesi ve her geçen gün yeni bir şeylerin ortaya çıkması, birçok kesime “Tüm bunlara nasıl yetişeceğiz?” sorusunu sordurmaya başladı. Gazeteciler de bu kesimlerden birisi. Ve Oxford Üniversitesi’ndeki Journalism Innovation Project’in yeni çalışmasına göre, bu durum gazeteciler için ciddi bir soruna dönüşmüş durumda.
Çalışmaya göre, gazeteciler bu “yeni oyuncaklara” kendilerini o kadar kaptırdılar ki, gerçekten neyin önemli olduğunu ya da ne yapmaları gerektiğini unutmaya başladılar. Yapay zekâ, sanal gerçeklik, blockchain, sosyal medya algoritmaları derken gazeteciler bu oyuncaklarla nasıl oynarız diye düşünmekten nasıl daha iyi haber yazıp öykümüzü anlatabiliriz sorusunu sormayı unuttular diyor çalışma. Bu aslında bir süredir dile getirmeye çalıştığım önemli bir sorun. Teknolojiyi ve Silikon Vadisi’nin son modasını o kadar çok kafaya takıyoruz ki, asıl işimizi nasıl daha iyi yapabiliriz sorusunu sormak aklımıza gelmiyor. O süslü kelimeleri projelerimizin bir yerine nasıl ekleriz diye düşünürken, gerçekten ihtiyacımız olup olmadığını sorgulamıyoruz. Çalışmanın sonucunda bu sendromdan kurtulmak için verilen kimi öneriler var, en önemlisi ise uzun vadeli ve yavaş planlar yapmak. Yeni oyuncakların ve teknoloji modasının hızına kapılmamak için daha sakin, uzun vadeli ve kapsamlı bir şekilde düşünmemiz gerekiyor.
KURUMLAR GAZETECİLERİ KORUYABİLİR Mİ?: Gazeteciliğin tehlikeli ve riskli bir meslek olduğu hepimizin bildiği bir gerçek. Uzun zamandır da birçok farklı proje, kurum ve uluslararası çaba bu riskleri azaltmaya ya da en azından gazetecileri kendilerini daha iyi koruyabilir hâle getirmeye çalışıyor. Fakat bu çabaların hiçbirinin kesin bir çözüm getirmediğini görmek için yalnızca etrafımıza biraz bakmak yeterli olacaktır.
Özellikle geçtiğimiz aylarda bu konu tekrar gündeme gelmeye başladı ve International Federation of Journalists, Birleşmiş Milletler’e gazetecileri koruyacak bir komite kurulması önerisiyle gitti. Şu anda bunun kabul edilip edilmeyeceği ya da ne zaman gerçekleşeceği belli değil. Ancak Tom Kent, Poynter için kaleme aldığı yazısında bunun çok da bir önemi olmadığını savunuyor. Bunun gerekçesi olarak özünde bu sorunun politik bir sorun olduğunu dile getiren Kent, böyle bir projenin içine düşebileceği birçok risk olduğunu anlatıyor. Bunlara verdiği örnekler arasında en önemlilerinden birisi gazeteci tanımı ve bu kişilerin belirlenmesi. Gazeteciyi nasıl tanımlayacağımız sorunu, özellikle de yasalar karşısında hâlihazırda yabancı olmadığımız bir tartışma ve Kent’in dile getirdiği devletlerin basın kartı dağıtma konusunda keyfi davranması ya da kimi gazetecilerin bilinir olmak istememesi gibi riskler de aşina olduğumuz konular. Bu şekilde baktığımızda gerçekten böyle kurumsal bir mekanizmanın politik irade olmadan ne kadar faydalı olabileceği gerçekten şüpheli bir hâle geliyor.
DICTIONARY.COM’UN YILIN KELİMESİ SEÇİMİ “MISINFORMATION” OLDU: En büyük dijital İngilizce sözlüklerden birisi olan Dictionary.com, bu yılın kelimesi olarak “misinformation”ı (yanlış bilgi) seçti. Özellikle bu yıl içerisinde konunun daha ciddi bir şekilde ele alınmasıyla “fake news” yerine kullanılmaya başlanan bu kelimenin en azından bir sözlük tarafından yılın kelimesi seçilmesi bekleniyordu.
Dictionary’nin dilbilimcilerinden Jane Solomon, verdiği bir röportajda “disinformation” yerine “misinformation” tercihinin yapılmasının da kasıtlı olduğunu, bu tercihi bir anlamda yalan haberlere ve komplo teorilerine karşı bir mücadele çağrısı olarak yaptıklarını eklemiş.
Haftanın odağı: Gazeteciler ve hukuk
Gazeteciler için yasalar ve yasal haklar hiçbir zaman kolay bir konu olmadı. En temelde yasalar karşısında kimin gazeteci olarak tanımlanacağından, bir gazetecinin yaptığı hangi işin gazetecilik olarak kabul edilebileceğine kadar birçok farklı tartışma var. Bunun örneklerine ve bu muğlaklıkların gazeteciler için yarattığı risklere hem ülkemizde hem de dünyanın dört bir yanında tanık oluyoruz.
Ancak bu durumda gösterilen her çaba yeterli olmayabiliyor. “Bu Hafta Ne Okuduk?” bölümünde alıntıladığımız Tom Kent’in yazısı da buna bir örnek. Bu çabalar genellikle yasal bağlamda hareket etmeye çalıştıklarından, özellikle gazetecilere karşı daha saldırgan olan devletlerin bu yasalardaki açıkları kullandığı ya da ülkenin yasaları ideal koşullara uygun olmadığı zamanlarda yapabilecekleri çok fazla bir şey olmayabiliyor.
Bunun yanında bir de gazetecilerin bir çalışan olarak hakları ve bu konudaki yasal sorunları var. Özellikle sektörün her alanındaki güvensizlik koşulları, dijital merkezli yayınların geleneksele göre gazeteci ve muhabirlere daha kötü koşulları uygun görmesi ve serbest çalışan gazetecilerin neredeyse hiçbir yasal haklarının olmaması bunların başında geliyor. Bu koşulların bir sonucu olarak, ABD’de birçok dijital yayının çalışanları sendikalaşma yolunu tercih etti. Ancak geçtiğimiz günlerde yaşanan Mic örneği gibi, sürekli el değiştiren dijital yayınlar bu durumdan rahatsızlık duyup ilk fırsatta, örgütlenen tüm gazetecilerini kovma yolunu tercih edebiliyor.
Sonuç olarak gazeteciler hem bir çalışan olarak haklarını hem de ifade ve işlerini yapabilme özgürlüklerini korumak için sürekli hukukla iç içe olmak zorunda kalıyorlar. Bu haftanın odağına da gazeteciler ve hukuk ilişkisini seçtik ve geçmişten günümüze, dünyanın farklı yerlerinden gazetecilerin hukukla olan ilişkileri üzerine bir derleme yaptık.
- Imprisoned in Myanmar — Reuters
- Ben Makuch of Vice takes on police in Supreme Court
- My court case against the police is a victory for press freedom — Michael Segalov
- ‘Pentagon Belgeleri Davası’ ya da New York Times Company v. United States
- Attacks on the Record: The State of Global Press Freedom, 2017-2018
- The media today: A unionization wave across the industry