Medya endüstrisi hakkında ilk kulağıma çalınanlar, çocukluğumda Aydın Doğan’a yapılan eleştirilerdi. Doğan Burda Dergi Grubu’nun satışıyla birlikte koca gruptan kala kala bir yayınevi kaldı artık. Satışın, grubun borsadaki piyasa değerinin 10’da birinden aşağısına gerçekleşmesi gibi tuhaflıklar bir yana; bir devin yıkılışını ağır çekimde izledik ve bu sürede bu grubun yerini kimse alamadı, alacağa da benzemiyor. Türkiye’de medya endüstrisi artık neredeyse hiçbir büyük grubun kalmadığı, önde az sayıda orta büyüklükte işletmenin olduğu binlerce KOBİ’den ibaret bugün.
Koşan küçük medya kuruluşları ama kazanan başkaları
Evet, belki daha eşitlikçi bir dünya var artık. Zira bir medya kuruluşu kurmak için ilk yatırım sermayesine sahip olmaya neredeyse hiç gerek yok; gelişen teknolojiyi yakından takip edenlerin hızlıca çıkış yakalayabilecekleri bir dünya var. Medya girişimciliği kolaylaşsa da bu eşitlikçi dünya medyayı zenginlikten çok fukaralıkta eşitlemiş gibi duruyor. Haberciler Google’ın öldürdüğü reklam pastasından bir çatal almaya çalışırken, daha iyi kazanan reklam ajansları bile küçüldükçe müşteri karşısında indirim yapar hâle geldi. Durup da bu parçalı yapıdan kim kazançlı çıktı diye bakıldığında, en çok kazananın daha büyük yapılar olduğunu görüyoruz. Reklam gelirlerine bir nevi el koyan Google’dan kendini gösterme hırsıyla üretilen bedava içeriklerle daima ayakta kalacağı garanti olan sosyal medya platformlarına, sanal ofis şirketlerinden muhasebecisine ve tabii ki fatura kesilmeyen ay bile damga vergisini kaptırmayan devlete kadar oldukça geniş bir yelpaze bu.
Yan sanayiler, işi yapanlardan daha çok kazanınca medya kuruluşları bir türlü büyüyemiyor. Eskiye göre gazetecilerin reklama bakışı daha pozitif, ancak çoğu kuruluş bir reklamcıyı istihdam edecek kapasiteye sahip değil. Beri yandan velev ki istihdam ettiler veya reklamverenle ilişkiyi yönetme işini hallettiler; başarılı medya işlerinde dahi yayıncılara “Şu düştüğümüz hâllere bakın” dedirtecek vaziyetler söz konusu. Neticede gelen aşırı taleplere karşı “Bu kadar da olmaz kardeşim, bu işin kuralları var” diyecek kapasite kimsede yok, çünkü ortalık reklamverenin rahatsız edici olabilen taleplerine boyun eğecek tonla yayıncı ile dolu. Arzın artışı piyasayı maddi olarak da manevi olarak da aşağı çekiyor.
Giderler tonla olsa da gelirler, piyasaya katılan her yeni küçük balık ile aşağı iniyor. Kârlı bir işletme olup büyüyebilmek imkânsız gibi. Üstelik C seviye yöneticilerin neredeyse mecburiyet olduğu bir piyasada, bir kişi birden çok işe koşunca bu yeni girişimlerin neredeyse hiçbiri nitelikli bir şekilde yönetilmiyor. Gelecek için erişim kazanmaktan başka hedef neredeyse yok ve ticari taraf sakat bırakılınca şirketler de ancak günü kurtarmanın derdine düşüyor. Oysa gazetecilik/yayıncılık ister istemez kurumsallık ve kolektif çalışma bekleyen bir iş. Haberi yazan editör ile siteye reklam “bağlayan” insan aynı kişi olursa, o yayının itibarı ne olacak?
İşleri büyütmenin yolu yok mu?
Tüm bu dertler beğenmediğimiz Aydın Doğan dünyasında yoktu. Hayır, bu bir Aydın Doğan güzellemesi değil ama, iyi veya kötü, 90’ların medyası kurumsallığı ve kolektiviteyi sunabiliyordu ve o yıllarda oralarda gazetecilik yapma şansına sahip olan insanlar, muhasebecilikten iş bağlamaya kadar pek çok işi yapmak zorunda kalmadan oldukça tatlı gelirler elde edebiliyorlardı. Hatta şimdinin aksine iş takibi yapan gazeteci eleştiri konusuydu.
Peki tepeden tırnağa bir iş insanının örgütlediği bir dünya bugün mümkün olamıyorsa bunun yerine neler yapabiliriz? Biraz sesli düşünüyorum sadece; kimse büyük patron olamıyorsa ve herkes kendi işinin patronu olmak istiyorsa, nasıl daha verimli bir yol bulabiliriz? Dahası, böyle bir yol var mı?
Mevcut yollar çıkmaza çıkıyor, yeni bir yol açmak lazım ve bu yeni yollar da illa meşrebe göre olacak. Gazeteciliğin kamusal görevlerini öne çıkaranlar başka, gazeteciliğin de herhangi bir iş gibi yatırım yapılan bir alan olduğunu düşünenler başka bir yola girecekler. İlkini vurgulayanlardan Julia Cagé’in 2016’da Türkçede de yayımlanan kitabı Medyayı Kurtarmak‘ta yazar, vakıf ile anonim şirket arasında kâr amacı gütmeyen bir medya ortaklığı modelini alternatif olarak sunuyor. Bu model ticari faaliyet ile kâr amacı gütmemeyi uzlaştıran, İngiltere ve Amerika’daki büyük üniversitelerin tecrübelerinden ilham alan bir model. Cagé’e göre kitlesel fonlamanın gelişmesi için uygun bir hukuk ve vergi çerçevesi de vakıf ile şirket arasındaki bu modelde mümkün olabilir. Büyük sermayenin medyadaki tüm sesleri kontrol edecek kadar güçlenmesini engelleyecek bir model gibi gözükse de bu tip girişimler kendisini fonlayacak kitleler, okurlar için ne kadar çekici olabilir hiç emin değilim.
Kitlesel fonlama için alternatif bir yol
Okurlara/izleyicilere “pamuk eller cebe” demek bugün artık hemen herkesin yaptığı bir şey. Bağış işinin de en büyük kazananı YouTube başta olmak üzere büyük platformlar ve ödeme sistemleri. Okur/izleyici bireysel tatminden veya birkaç saniyeliğine isminin okunmasından (bir nevi reklamının yapılmasından) başka ne kazanıyor? Cagé, kitlesel fonlama ile okurlara/izleyicilere söz hakkının verilmesi önerisiyle bir ek fayda daha koyuyor masaya. Yine de tüm bunlar ödeme yapan kişinin kafasındaki şu dertleri çözemiyor kanımca: İşi yapabilmen için sana bu parayı vereceğim ama senin şirketin ün sahibi olacak, bilinen bir kurum olmanın tüm faydaları sana yönlenecek, benim param sayesinde elde edilen değer artışlarının hiçbiri bana dönmeyecek.
Paya dayalı kitlesel fonlama, okurların kuruluşunda katkı koydukları bir yapının değer artışından yararlanmaları için bir çözüm olabilir. Gerçekten de Türkiye’de yatırımcı profilleri çeşitleniyor ve yatırımlara yönelik ilgi borsa başta olmak üzere giderek artarken bu havuzdan bir bardak su almak medya kuruluşları için neden mümkün olmasın? Medyayı yatırım yapılacak herhangi bir alan olarak gören milyonlara varan insan varken medya girişimcileri bu yolu deniyor ama yayıncılar hâlâ bundan uzak duruyor. Bunun sebebi “Küçük olsun, benim olsun” bakış açısının medya profesyonelleri arasında aşırı yaygın olması ve bu yazının başında değindiğimiz üzere birçok yatırımcının olduğu bir yapıyı yönetecek kurumsal yapısının olmaması gibi geliyor bana.
“Küçük olsun benim olsun” yerine
1 liralık şirketin %100’ünün sahibi olan ile 100 liralık şirketin %1’ine sahip olan bir kişi aynı değere sahip: 1 lira. Yapı büyüdükçe maliyetler azalıyor ve dışarıya karşı daha güçlü hâle geliniyor. Buna karşılık içeride her bir ortak, bir önceki duruma göre daha güçsüz oluyor. Aslında tercih biraz da gücü kime transfer etmek istediğinize göre değişiyor. Mevcut durumda pek çok yayıncı, gücü birbirleriyle paylaşmak yerine platformlar başta olmak üzere reklamverenlere transfer ediyor.
En baştaki habere dönelim. Doğan, tüm dergilerini bir çatıda topluyor ve yıllarca o şekilde yönetiyor. O çatı bir yatırım fonuna gidiyor. Satın alan şirket, bir şirket nasıl yönetilir ve büyütülür gibi konularda gerekli yetkinliklere sahip ve bir araya toplanmış yayınlar reklam pazarlama konusunda masada muhtemelen daha da güçlü olacak. Bu model, küçük yayınlar tarafından uygulanabilir mi? Birden çok 2-3 kişilik şirket yerine, tek bir anonim şirkette buluşmak mümkün değil mi? Tıpkı bir dergi grubu gibi 50-60 yayın bir araya gelerek tek bir şirket olsa, herkes yayınının ederi kadar bir payla başlasa ve her yılın sonunda her yayıncı başlangıç sermayesi ile ortak havuza yaptığı katkı oranında kâr payı alsa iyi olmaz mıydı?
Çatı bir şirket veya Cagé’in önerdiği gibi başka formüller, çözüm her nerede bulunursa bulunsun, parçalanmış medyada ilk ihtiyaç bir araya gelmenin yollarını bulmak. Turizmciler gelirlerini artırmak için başkalarının seyahat haklarının kısıtlanmasını umursamadan Yunan adalarına kapıda vize uygulamasının kaldırılmasını talep edebilirken, sayısı belki de binleri bulan ama doğru düzgün bir lobisi bile olmayan dijital yayıncılar daha dijital telif yasasını bile geçiremiyor. Bir çatı şirketinde buluşmak, ortak bir reklam satış şirketi kurmak, ortak bir yönetim şirketi kurmak bir başlangıç olabilir. Ortada buluşmak konusunda niyet olduktan sonra ortayı bulmak hiç de zor değil.