Hayatımızın her alanında belirleyici olmaya başlayan sosyal medya platformları gün geçtikçe bilgiye eriştiğimiz temel kaynak hâline geliyor. Özellikle kriz dönemlerinde daha da somutlaşan bu rol, hızlı ve kontrolsüz bilgi akışının yarattığı dezavantajları da tartışmaya açıyor.
Kriz dönemlerinde karşılaşılan en büyük sorunların başında geleneksel medyadaki bilgi akışının kısıtlı olması geliyor. Kriz bölgelerine fiziksel erişimin çoğunlukla sınırlı kaldığı bu durumlarda, gazetecilerin bilgi kaynaklarına ulaşması da zorlaşıyor ve haberleştirme süreci sekteye uğruyor. Bu noktada, acil ihtiyaçlara yönelik iletişim merkezlerine dönüşen sosyal medya platformları, sundukları anlık ve sürekli veri akışı ile kritik bilgilerin hızla yayılması için işlevli bir araç hâline geliyor. Ancak bu anlık veri akışı, bilgilerin doğruluğu teyit edilmeden kontrolsüz şekilde yayılması riskini ve dezenformasyon tehdidini de beraberinde getiriyor.
Hızlı bilginin taşıdığı risklerin yanı sıra, sosyal medya platformlarında bilgi sağlayan kaynakların güvenilirliği de diğer bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Genellikle profesyonel gazetecilik geçmişi olmayan aktörlerin şekillendirdiği bu bilgi akışı çoğu zaman manipülasyonun ve siyasi propagandanın da önünü açıyor. Kriz durumlarında daha da belirginleşen bu eğilim, sosyal medya platformlarında bilgilerin önyargılar üzerinden aktarılmasının ve yaşanan toplumsal karmaşanın da etkisiyle kolaylıkla belirli grupları hedef alan dezenformasyon, nefret söylemi ve şiddet eylemlerine dönüşebiliyor.
6 Şubat 2023’te meydana gelen Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından yaşanan kriz süreci bu trendin somut olarak gözlemlenebildiği gelişmelere sahne oldu. Depremin ilk gününden itibaren geleneksel iletişim kanallarının felç olması, sosyal medyanın tek toplumsal iletişim aracı olarak merkezileşmesi ile sonuçlandı. Medya kuruluşları ve gazetecilerin bölgeye ulaşmakta zorlandığı ilk günlerde, Twitter üzerinden yapılan paylaşımlar bölgede yaşananlarla ilgili temel bilgi kaynağı hâline geldi. İlk olarak insani krize yönelik paylaşımların öne çıktığı bu süreç, bölgedeki insanların acil yardım çağrıları ile başladı. Sürecin devamında ise kamu önünde tanınırlığı yüksek olan kişilerin (yerel yöneticiler, siyasetçiler, sanatçı ve sporcular vb.) bölgede yaşananlara dair yaptıkları aktarımlar sosyal medyada yaygınlaştı.
Bu süreçte gündemde en çok yer alan konulardan biri ise bölgedeki güvenlik ve yağma sorunuydu. Bu soruna dair bölgede acilen güvenliğin sağlanması gerektiğini vurgulayan paylaşımlar zaman ilerledikçe yağmacılarla ilgili iddialara dönüştü. Çoğunlukla kimliği bilinmeyen kişilerin yer aldığı, kaynağı ve detayları belirsiz yağma görüntüleri, “Suriyeli mülteciler yağma yapıyor” iddiası ile paylaşılmaya başlandı. Paylaşılan görüntülerde yabancı olduğu öne sürülen kişilerin bulunması ve bu paylaşımların altına yazılan yorumlarda görülen yağmacıların hepsinin “Suriyeli mülteci” olduğu iddiası hızlı bir şekilde genel kullanıcı kitlesi içerisinde karşılık buldu. Mülteci karşıtı paylaşımları ile tanınan sayfaların bu görüntüleri öne çıkarmasıyla birlikte bölgedeki yağma eylemlerinin sadece mülteciler tarafından yapıldığı ve her mültecinin “potansiyel yağmacı” olduğu algısı daha da güçlendi.
Depremin hemen ardından ortaya çıkan bu iddiaların etkisiyle, mültecilerin deprem bölgesinde güvenlik sorunu yarattığına yönelik söylemler hem sosyal medyada hem de yapılan canlı yayınlarda sıklıkla yer almaya başladı. Bölgedeki siyasetçilerin ve tanınmış kişilerin açıklamalarıyla da desteklenen bu söylemler yağmacıların mülteci olduğu iddialarının daha geniş kitlelere ulaşmasını kolaylaştırdı. Bu söylemin yaygınlaşması ve özellikle Suriye’den göç eden mültecileri hedef alan iddialar, mültecilere yönelik nefret söyleminin ani artışıyla sonuçlandı ve bölgedeki şiddet olaylarının önünü açtı.
Özellikle depremin ikinci gününden itibaren yağma iddiaları yerini yağma yaparken yakalandığı öne sürülen kişilere şiddet uygulanan görüntülere bıraktı ve bu videolar, insanlık dışı uygulamaları destekleyen söylemler eşliğinde yaygınlaştırıldı. Bunun yanı sıra, aynı süreçte sosyal medyada yaygınlaşan “Yağmacıyı Vur Emri” çağrısı, toplumda zaten var olan mülteci karşıtlığını körükleyerek şiddetin meşrulaştırılmasına zemin hazırladı. Öyle ki, mülteci karşıtı sayfalar tarafından yaygınlaştırılan bu paylaşımlar, bu süreçte yardım için yapılan çağrıların önüne geçti.
Bu söylemlerin diğer bir sonucu olarak, çeşitli sivil grupların “gönüllü güvenlik güçleri” olarak kendi inisiyatifleriyle bölgeye gittiği görüldü. “Suriyeli yağmacılara karşı” bölgeye gidenlerin arasından Beşiktaş Çarşı taraftar grubu bünyesindeki bazı taraftarların “Vuralım Suriyeliyi Hatay’da, vuralım Afgan’ı Kahramanmaraş’ta. Yeter artık bitsin bu barış, havaya kalksın kalaşnikoflar…” cümlelerini içeren şiddet yanlısı tezahürat videosu Twitter’da dolaşıma girdi.
Yağma iddialarının yanı sıra, bölgeye gönderilen yardımların dağıtımına yönelik iddialar da sosyal medyada öne çıktı. Bölgeye gönderilen yardımların öncelikli olarak Suriyeli mültecilere dağıtıldığını öne süren bu iddialar mültecilere yönelik toplumsal nefreti daha da derinleştirdi. Bu iddiaların ardından bölgede faaliyet yürüten kuruluşların sadece Türk vatandaşlarına yardım etmesi gerektiğini savunan paylaşımlar çoğaldı. Bu paylaşımların hedef gösteren ve nefret söylemi içeren ifadelerle yaygınlaştırılması, bölgedeki ayrımcılığı ve toplumsal kutuplaşmayı tetikleyerek depremzede mültecilerin temel yardım ve desteklere erişimlerini zorlaştıran bir etkene dönüştü.
Yükselen dezenformasyon, nefret söylemi ve şiddet çağrılarına karşı doğru bilgi ve toplumsal dayanışmayı destekleyen paylaşımlar ise mülteci karşıtı paylaşımların gölgesinde kayboldu.
Bütün bunlara ek olarak, yarattığı maddi ve manevi yıkımın ötesinde, depremin sosyal etkileri de değerlendirildiğinde, önceden var olan mülteci karşıtı söylemlerin de deprem bağlamında yeniden canlandığı görülüyor. Bu söylemlerin ana odağı, önceden de var olan “Mülteciler demografiyi bozuyor” söylemi çerçevesinde şekillendi. Deprem sonrasında etkilenen illerde yerel halkın diğer şehirlere zorunlu göçüyle yaşanan hızlı demografik değişim, özellikle mülteci ve göçmen nüfusun yoğun olduğu şehirlere dair nüfus dengesi ve güvenlik şüphelerini gündeme getirdi. Yapılan paylaşımlarda, bu değişimin bölgedeki nüfus yoğunluğunu artırarak yabancıların Türkiye’nin egemenliğini tehdit edeceği ve güvenlik sorunu oluşturacağı öne sürüldü. Paylaşımlarda öne çıkan diğer bir görüş ise, deprem bölgelerindeki mültecilerin diğer illere göç etmesinin ülke genelinde çeşitli güvenlik problemleri yaratacağı yönündeydi. Bu iki görüşün ortak noktası, bölgedeki mültecilerin acilen sınır dışı edilmesi gerektiğini savunan söylemler oldu. Diğer bir yandan, bu görüşü savunan sayfalar, deprem sonrası çıkarılan kısa dönemli seyahat izniyle ülkelerine dönen mültecileri “gemiyi terk eden fareler” söylemi ile gündeme taşıdı. Deprem sürecinde sosyal medyada gözlemlenen bu yaygın yaklaşım, mültecilerin her konuda ve her koşulda negatif tepkinin ve nefret paylaşımlarının odağı hâline geldiğini gösteriyor.
Diğer bir yandan, deprem sürecinde mülteci karşıtı söylemlerin topladığı tepkiler, bu paylaşımları sosyal medyada yüksek etkileşim kazanmak için kullanılan bir trend hâline getirdi. Bu trendin ulaştığı boyut öyle bir hâle geldi ki depremin coğrafi sebebi olan Arap levhasının bile ırk üzerinden değerlendirildiği paylaşımlara imza atıldı.
Sonuç olarak, deprem süreci boyunca yaşanan bu gelişmeler, sosyal medya platformlarının aniden yükselen yıkıcı etkilerini gözler önüne seriyor. Krizin başlangıcında toplumsal dayanışma ve sağduyu için araçsallaştırılan bu platformların, süreç içerisinde nefret ve şiddet yayan kutuplaştırıcı birer merkez hâline gelmeleri, sosyal medyanın doğası hakkında çok şey söylüyor. Doğru ve güvenilir bilgiye erişimin önemini tekrar hatırlatan bu deneyim, özellikle kriz dönemlerinde kontrolsüz bilginin toplumsal barışı ve bir arada yaşamı yıkabilecek kadar tehlikeli olabileceğini gösteriyor. Bu süreçten çıkarabileceğimiz en önemli ders ise, özellikle dijital medyada tarafsız, teyitli veriye dayalı bilgi kaynaklarının artırılması ve güçlendirilmesi gerektiği. Diğer bir yandan, güvenilir kaynaklar güçlense bile bilgi kirliliği, manipülasyon ve dezenformasyon bu platformların doğası itibariyle her zaman var olmaya devam edebilir. Dolayısıyla sosyal medya platformları, özellikle kriz dönemlerinde daha hızlı ve etkili kontrol sağlayan veri izleme ve bilgi yönetimi metotları geliştirmek ile yükümlü. Bu bakımdan, doğru bilgiye ulaşmak ve bu bilgiyi ulaştırmak eşit derece önemli. Zira toplumsal barışın korunabilmesi ancak doğru ve güvenilir bilgiye erişim ile mümkün.
Medya ve Göç Derneği’nin deprem sürecinde mülteci ve göçmenleri hedef alan dezenformasyonu ve nefret söylemlerini detaylı olarak incelediğimiz izleme raporuna buradan ulaşabilirsiniz.