Tarih 11 Eylül. Türkiye’den 10 kişilik bir ekip otel önünde buluştuktan sonra Guardian ofisine gitmek üzere yola koyuluyoruz. Birbirini ismen bilse de büyük bir çoğunluğu yeni tanışan bu ekibin bir araya gelmesinin bir nedeni var.
Sebebi ziyaretimiz The Guardian Foundation ve NewsLabTurkey ortaklığıyla, İsveç Uluslararası Kalkınma İşbirliği Ajansı (SIDA) desteği ile düzenlenen Bağımsız Medya İçin Kuluçka Programı çerçevesinde Londra’daki gazeteyi ziyaret etmek, eğitimlere katılmak, meslektaşlarımızla deneyimlerimizi paylaşmak. O an henüz farkında değiliz ama bizi gerçekten yoğun bir program bekliyor.
Her sabah otelin önünde buluşup yirmi dakikalık bir mesafeyi yürüdük ekip olarak. Kimimiz daha hızlı adımlar atarken, bazılarımız öndekinin adımlarını takip ediyordu, bazılarımız ise hepimizi daha az yoracak başka bir yol bulabilir miyiz denemelerine girmişti. Ama hedef aynıydı, Guardian’a ulaşmak. Bir hafta boyunca The Guardian’ın farklı servislerinde çalışan gazeteciler ve servis şefleriyle uzmanlık alanları, gazetecilik deneyimleri ve medya endüstrisi üzerine eğitimlere ve birebir görüşmelere katıldık. Merkezimiz Guardian olsa da Londra’daki yerel gazeteleri ve medya kurumlarını da ziyaret ettik.
Eğitim ve görüşmelerimiz araştırmacı gazetecilik, çözüm gazeteciliği, podcast yayıncılığı, reklam gelirleri, iş ve gelir modelleri, sosyal medya, gazetecilerin çalışma rutinleri başlıkları etrafında döndü. Ama günün sonunda hepimizin ulaşmak istediği bir yer vardı. Birkaç yıl önce hayatımıza giren o meşhur dizi repliği gibi, konu evriliyor, çevriliyor; o malum yere geliyor: İyi gazeteciliğe.
Herkesin bildiği, bazılarının uygulayabildiği, sır olmayan bir sır
Görüşmeler ve katıldığımız eğitimler, yeni keşiflerin yanı sıra hepimizin temelde bildiği gazetecilik rutininin nasıl günümüze uyarlanıp geliştirilebileceğini içeriyordu. Türkiye gerçekleri, ülkedeki gazetecilerin çalışma koşulları, ifade ve basın özgürlüğü, ekonomik şartlar başta olmak üzere buz gibi farklı ve kendi gerçeklerimiz olsa da bir yerlerde, başka şartlarda bu işi yapanlar vardı. Belki bizimkinden daha konforlu ve başka dertlerle uğraşarak yapıyorlardı ama günün sonunda hepimiz iyi gazetecilik yapma ısrarında buluşuyorduk.
“Bunu nasıl başardınız, bunu nasıl yapıyorsunuz” sorularına verilen teknik cevaplar dışında hemen herkesten aynı şeyi duyduk: “Okurlarımız bize güveniyor, iyi araştırılmış önemli bir haberi bizden okuyacaklarını biliyorlar, onlara karşı dürüst olduğumuzdan eminler, attığımız başlığın bir kandırmaca olmadığını ve tıkladıkları zaman olayı öğreneceklerini biliyorlar, Guardian’ın yayın politikasına ve etik anlayışına uygun olmak öncelikli hedefimiz.”
İtiraf edeyim tüm bunları duymak bir tutam kıskançlık ve çokça “Biz neredeyiz, siz neredesiniz” sorusunu da beraberinde getirdi. Hemen arkasından da şu his geldi: Türkiye’de gazetecilik yapmanın her şeye rağmen mümkün olduğunu her gün hatırlatan gazeteciler var. Aynı denizde, farklı kıyılarda ve farklı stillerde yüzsek de onların varlığı suyu daha güvenilir yapıyor, dalgaların yıkıcı etkisini azaltıyor. The Guardian’da gördüklerimiz, yeni keşfettiklerimiz, aslında çoktan bildiğimiz fakat uygulamak için yeni yollar keşfettiğimiz şeylerdi. Bunları Türkiye’ye uyarlayabilir miyiz? Bazılarını evet. Bazılarını çoktan yaptık bile. Bazılarını konuşmak için daha çok vaktimiz var. Fakat günün sonunda hedefimiz aynı.
Röportajın rock starı: Simon Hattenstone
Benim için en heyecan verici buluşmayı anlatayım biraz da. Perşembe günü görüşeceğim isim Guardian’ın tecrübeli yazarı Simon Hattenstone idi. Haftanın başında ismi geçmeye başlıyor, “Simon ile görüşmeniz var mı? O muhteşemdir.” yorumlarını duyunca ismini Google’da aratıyorum.

Meğer ben, birçok röportajını okuduğum; Banksy, Greta Thunberg, Agnes Varda, sanatçı David Hockney, Angelina Jolie, Shania Twain, Boris Johnson, Piers Morgan, Eric Cantona, Serena Williams, George Michael ve buraya adını yazamayacağım kadar çok isimle röportaj yapmış Simon Hattenstone ile buluşacakmışım.
Görüşeceğimiz odaya hepimizden önce gelmiş, bilgisayarını kurmuş, masanın üzerinde de açılmış bir paket bisküvi var. Ama kendisi yok! Neyse ki kısa süre sonra geliyor, hızlı bir tanışma faslı ve sonra ekrana yansıyan röportajlarına da bakarak konuşmaya başlıyor.
Simon, ne kadar zor olurlarsa olsunlar, tanıştığı insanların güvenini kazanıp hikâyelerini anlatmasını sağlamakla tanınıyor. Klasik olarak röportaj yapacağımız kişiyi zorlamamak, daima nazik olmak, soru sormaktan çekinmemek gibi bilindik tavsiyeler verdikten sonra bunların her birini kendinden örneklerle anlatıyor. Bazılarını buraya da kendime de not düşeyim:
- İnsanlara soru sormaktan korkma. Ve bu nedenle sorunu gizleme. Bu senin işin, direkt olarak sormalısın. (Bu sırada kimi zaman röportaj yapacağımız isimlerin soruları ya da metnin nihai hâlini görmek isteyebildiği zamanlar geliyor aklıma.)
- Bir şeyi anlatma, göster. Konuştuğun kişinin sözlerinden alıntılar vermek, o kişiyi konuşturmak.
- Soruya cevap alamadığınızı hissettiniz. Kafanızda bir başlık da belirmedi ve eliniz boş gideceğinizi anladınız. Ya da karşınızdaki kişi konuşmaya hiç hevesli değil. Gücün sizin elinizde olduğunu hatırlayın. Sohbeti yönlendirme gücünden bahsediyorum. “Biraz önce bu konuda şöyle demiştiniz, bu çok ilginçti oraya tekrar dönebilir miyiz? Orada tam olarak ne demek istemiştiniz?” vs. demek elinizde.
- Röportaj yapmak istediğiniz kişi kim? Sevdiğiniz biri mi nefret ettiğiniz biri mi? Ondan ne duymak istiyorsunuz? Hikâyesini anlatmasını mı, her zaman söylediği şeyleri tekrarlamasını mı yoksa gerçekten farklı bir yönünü ortaya çıkarmak mı? Karar sizin, sorularınız da ona göre şekillenecek. Ama en iyi hikâye içinde sürprizi olan hikâye.
Kapı çalıyor, görüşme süremizin bittiğinin işareti bu. Bir saat çoktan bitmiş bile ama Simon ile geçirmek isteyeceğimiz en az birkaç saat daha var. Bize kurabiyesinden ikram ediyor, telefon numarasını paylaşıyor ve veda etmeye hazırlanıyor. Karşılıklı olarak birbirimize teşekkür ettikten sonra Simon’ın ağzından bir de şu cümleyi yakalıyorum: “Gazetecilik, yapabildiğin zaman dünyanın en güzel işi.”
Sohbetin sürekli gazetecilik hâlleriyle bittiği bu görüşme ve eğitimlerle geçen bir haftanın sonunda dönüyoruz. Ertesi sabah yine yürüyorum. Bu kez tekim, geçen bir haftayı düşünüyorum, istikamet bu kez İstiklal üzerinden Şişhane’ye varmak.
Simon’ın cümlesi birçok şey öğrendiğim bu haftadan aklımda kalan en önemli şey. Ya da gereksiz bir duygusallık içindeyim bilmiyorum. Ama yürüdüğümüz yollar, mücadele ettiğimiz sorunlar çok farklı olsa da Simon haklı. Gazetecilik, yapabildiğin zaman dünyanın en güzel işi galiba.
Bu yazı Eylül 2023’te The Guardian Foundation ve NewsLabTurkey’in davetlisi olarak gittiğimiz The Guardian eğitiminin bir çıktısı olarak hazırlanmıştır.