Seçim gecesinde televizyon yayınları: Kaosa yakın

Türkiye’de televizyonculuk üzerine çok şey söylemek mümkün; ama televizyon haberciliği alt kategorisi Türkiye’nin televizyon tarihinin en önemli sayfalarını içeriyor. Dijitalin içine doğan ya da yoğun dijitalleşme eşliğinde büyüyen kuşak olarak kendimizden üst kuşakların ya da aynı kuşaktan olsak da farklı sınıflarda olan akranlarımızın tüketim paternlerini tanımamamızdan kaynaklı olsa gerek televizyonun belirleyiciliğini çoğu zaman yok sayıyoruz.

Oysa, hem ulusal hem uluslararası aktörlerin araştırmaları kritik anlarda geleneksel medyanın belirleyici haber kaynağı olduğunu hepimize söyledi. Tıpkı COVID-19’un ilk evrelerinde olduğu üzere en kritik anlarda hepimiz kendimizi çoğunlukla belki de küçümsediğimiz o ekranın karşısında buluyoruz. Seçimlerdeki propaganda süreçleri ve seçim akşamları da televizyonun kritik öneme sahip olduğu dönemler olarak öne çıkıyor.

14 Mayıs akşamı da tıpkı COVID-19 döneminin “hayati önemi olan bilgi ihtiyacı” ve biraz da “bir at yarışı izleyicisinin adrenalin ihtiyacı” ile çoğumuz ekran karşısındaydık. Seçimlerin ne kadar kritik bir öneme sahip olduğu hepimizin malumuydu; ama bir kısmımız seçimi hangi kanaldan takip edeceğimizi bilemeyecek kadar televizyondan uzakken bazılarımız seçimlerini çoktan yapmıştı.

Uzaktan kumandanın sihirli güçlerinden biri de özellikle kurgusal kültürel ürünler tüketirken sizi bir dünyadan diğerine taşımasıdır. Aile dizisini izlerken bir anda yeşil sahanın üstünde sevdiğiniz takımı izlemeye geçmeniz ve bambaşka bir ruh hâline bürünmeniz tamamen parmaklarınızın ucundaki bir seçimin eseridir. İzleyici, tüketici ya da seçmen için medyayla kurulan ilişki bu denli esnektir. Hatta öyle ki, birçok tanıdığımın para vermelerine rağmen “yayın daha iyi akıyor” diyerek IP TV ve benzeri teknolojilerden maç ya da içerik takip ettiğinin birinci elden tanığıyım.

Ekran sadakati meselesi

Türkiye’de medya uzun süredir ekran sadakatine yatırım yapıyor. Bu yatırım çoğunlukla Diken’de Dağhan Irak’ın da işaret ettiği üzere “ekran yüzleri” üzerinden yapılıyor. Bu evrensel bir trendin parçası. Sosyal sermayenin bu denli belirleyici olduğu bir çağda o ekran yüzlerine yapılan yatırımın rasyonel bir gerçekliği var. Fakat bu sosyal sermayeyi ortaya çıkaran miras da bir tür kurumsallıktı. Örnekleyelim. Türkiye’de özel televizyonların yükselişe geçtiği 90’lı yıllar ve öncesindeki TRT’ye dayanan televizyon gazeteciliği geleneği tekil bir kültür olmasa da içerisinde farklı yönelimler barındıran kadroların ve habercilik tarzlarının doğumuna neden oldu. Her ne kadar Birand, Dündar, Kırca gibi figürlerin öncüsü olduğu farklı ekiplerden bahsetsek de bu isimlerin başarıları da teknik standartlara, departmanlara yapılan yatırıma, bir haber için harcanan ortalama bütçeye bağlıydı. O dönemde habercilik, iyisiyle kötüsüyle medyadaki rekabet kültürünün parçasıydı. Bir haberi önce geçmek, bir haberin etki yaratması, farklı olması, konuşulamayanla konuşmak gibi temel değişkenler izlenen haber bülteninin değerini artırıyor, seyirci ilgisini belirliyor daha da önemlisi gündemi belirleyebilme gücünü haber bültenlerine veriyordu. Birand’ı Birand yapan arkasındaki ekip, o ekibin çalışması için ortam yaratan medya patronu ya da patronları ve yine o kaynakları doğru kullanabilecek bir yönetici zekâsına sahip olmasıydı. Yoksa Prof. Dr. Bülent Çaplı’dan Can Dündar’a aralarında çok yetenekli ve ülke standartlarının ziyadesiyle üstünde zeki insanı bir arada tutup onları bu üretimin parçası yapabilecek şey asla kişisel bir karizmayla açıklanamazdı.

Ana akımdan sürgün edilenler neden görece başarılı?

14 Mayıs’ta ekranda ne yoktu sorusu aslına bakarsanız ancak o dönemi hatırlayarak verilebilir. Birand’ın Birand oluşunun ya da bugün kendi YouTube kanallarında bile hâlâ karasal izleyici refleksiyle takip edilen Cüneyt Özdemir, Ruşen Çakır, Nevşin Mengü gibi gazetecilerin ana akım medyadan uzaklaşmalarına rağmen ağırlıklarını koruyuşlarının sebebi yalnızca oldukları kişi olmaları değil geçmişte ait oldukları iyi ya da kötü kurumsallığın yükünü taşımalarıydı. 14 Mayıs’ta “muhalif” olarak tanımlanan haber odaları o kurumsallığın yozlaşmasına karşı açtıkları savaştan kendi kurumsallaşmalarına yatırım yapmamaları ve hatta Fox TV’deki örnekte olduğu üzere kurumsallaşmış yapıya rağmen bunu sindirememeleri gereği büyük bir yenilgiyle çıktılar.

Anchorman yayını yönetmeye kalkarsa ne olur?

Bana kalırsa buradaki en önemli sebep de seçim akşamında yönetimin anchorman’in eline bırakılmasıydı. Bu sanıyorum ki bir haber kuruluşunun verebileceği en yanlış karardı ve garip bir şekilde “muhalif medya” o geceki editoryal akışını “gecenin akışına göre” belirlemek gibi kaotik bir taktik benimsemişti. “Taktik maktik yok bam bam bam” kalıbını anımsatan bu esnekliği besleyen olguların neredeyse tamamı öngörülebilirdi. Birincisi herkes Anadolu Ajansı’nın verileri açıklama mantığını, sıklığını, belirli bir noktada veri akışının tıkanacağını biliyordu. Hatta sunucuların kendileri gecenin başından bu konuda izleyiciyi “uyardılar”. İkincisi neredeyse medya alanındaki herkes ANKA’nın sağlayacağı verilerin Anadolu Ajansı ile nihayetinde %95 seviyesinin ardından öyle ya da böyle uyuşacağını biliyordu. Fakat ne olduysa YSK’nın yasağı kaldırmasının ardından oldu. Önce AA’nın “beğenilmeyen oranlarına” bakılıp moraller bozuldu, hemen ardından ANKA istatistiklerinin yavaşlığı ile moraller dibe çöktü. Sinan Oğan’ın ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin özellikle KONDA araştırmasının ardından beklenmeyen oy oranlarına ulaşması “seçim sonuçlarını yorumlayanları” resmen ters ayakta yakaladı.

Plana sadık kalmak neden önemli?

Ters ayakta yakalanmak derken ne demek istediğimi açıklayayım. Bu durumun nedenlerinin başında “zafer kutlamaya” gelmiş bir yorumcu, gazeteci komünitesinin varlığı var. Türkiye’deki hiperpolarizasyon gazetecileri de kendisinin bir parçası hâline getirdi. Aday adayı olanlardan kulis yapanlara iktidardan muhalefete her yerde gazete parti geçişliliğinin yarattığı duygusal paralelleşme gazetecilerin profesyonel itibarlarını zedelerken belli ki profesyonel kaslarını da zayıflatmıştı. İkinci nedense açık bir stratejisizlik. Emin Çapa’nın hazırladığı veri sunum teknolojilerinin bile düzenli olarak görmezden gelindiği zira özellikle Halk TV’de Twitter’dan ve WhatsApp’tan gelen istatistiklerin geceyi ele geçirdiği saçma sapan bir veri rejimine mahkum eden bir durum vardı. Barış Terkoğlu ile Barış Pehlivan iyi gazeteciler olabilirler; ama madem ki bu kadar iyi bir veri akışları var yerleri tweet okudukları sandalye değil editör masası olmalıydı. Editör masasında hakkınca maaş veremediğiniz, söz hakkı vermediğiniz, gelişimine yatırım yapmadığınız isimler varken ekranın önündekilerin insafına kalan yayıncılık da böyle bir hâl alıyor. Güldür Güldür skecine dönen bir görsellikle baş başa kalıyorsunuz.

Hayal kırıklığı ve zorbalaşan moderasyon

Benzer bir şekilde örneğin Fox TV’de Nevşin Mengü’ye sorguladığı noktalarda yapılan muamele de dahil olmak üzere moderasyonda görevli kişilerin konukların durumu anlamlandırma çabalarını tablo bekledikleri gibi olmadığında bastırmaya çalışmaları da oldu bittiye getirilmiş bir yenilgiciliği kabullenme de gazeteciliğin profesyonel etiğine dayanmıyor. Gazetecinin görevi son oy sayılana ve yayın bitene kadar sürüyor. İstediği sonuçları alamayınca meslektaşlarına karşı kabalaşan gazetecilerin gazeteciden çok zorba gibi göründüğü bir gerçek. Ki gazetecinin “gönlünden geçen sonuçla” işini yapma biçimi arasına mesafe koyması gerektiğini bilmek zor olmasa gerek.

14 Mayıs akşamı yayıncılara neler öğretti?

Sonuçlara gelirsek “muhalif seçmen” kanallar arasında geçip, inanmak istediği mesajı arayarak geçirdi geceyi. Belirli bir saatten sonra da muhtemelen “lanet olsun yapacağınız işe” dedi ve uyudu. “Muhalif medya” denebilecek bu kurumların “rahat kazanırız” yanılgısıyla hazırlandığı gecede ters ayakta yakalanıp bütün zayıflıklarını üst üste önümüze sermesinden aslında öğrenebileceğimiz çok şey var. Sıralamak gerekirse:

  • Medya kurumlarının siyaset kurumlarıyla iç içeliği sadece iktidara yakın medya için değil muhalif olarak görülen kurumlar için de açık bir problem ve seçmen/izleyici/tüketici için medya tercihini marka sadakati değil parti sadakati belirliyor. Ekran yüzlerine ve parti ilişkilerine dayanan mevcut stratejileri kurumlara sürdürülebilir itibar ve gelir kazandıramaz. Bu yaklaşımdan vazgeçmek gerekiyor.
  • Veri konusunda iki ajanstan bir arada veri almak kaotik bir durum. Ne kadar iyi bir anlatıcıya sahip olursanız olun geniş bir veri yorumlama ve görselleştirme ekibiniz olmadan ve daha önemlisi bu ekibe saygı duyup analizlerini susturmadan dinleyecek sabır ve ferasete sahip olmadan iyi bir yayıncılık yapmak mümkün değil.
  • Ajansların veri toplama metodlarını açık bir şekilde hizmet verdikleri kurumlara beyan etmeleri ve bu yöntemin hizmet alan kurumlarca yayın öncesi seçmene aktarılması şart.
  • Bu kadar uzun saatler yayın yapmak moderatörler için insanlık dışı. 2 dakikalık ihtiyaç molalarından fazlasına yani moderatörlerin devirli çalışmasına ihtiyaç var.
  • Türkiye halkının veri okuma becerileri sınırlı. İkisi ekranda üçü konukların telefonlarında olmak üzere beş veri akışıyla yayın idare etmeye çalışmak insanlara beni izleme demenin bir yolu olmaktan ibaret.
  • Seçim sistemimizdeki değişim meclis seçimlerini her ne kadar gölgelese de daha kolay yorumlanabilir bir at yarışı olarak başkanlık seçimine odaklanmak kolaycı bir yaklaşımdı. Bunun terk edilmesi gerekir.
  • Bir önceki seçimlerle karşılaştırmalı analiz kapsamlı bir şekilde sunulabilirdi. Bu tarz bir analizin sunulmaması parti oylarındaki nihai artış ve azalmanın yurttaş tarafından anlaşılmasını güçleştirdi. Örneğin ciddi oy kaybeden ve kazanan siyasi partiler ve oy kazandıkları “sürpriz” bölgeleri anlatmaktan acizdi birçok yorumcu. İkinci turda mutlaka ilk turla karşılaştırmalar yapılmalı.
  • Seçim gecesi halkın gündemi belirleyebildiği nadir zamanlardan biridir. Seçim öncesinden gelen hazır kalıp tartışmalar yerine o an olan biteni anlamlandırmaya yönelik analitik yorumlara ihtiyaç var.
  • Yorumcuların gazetecilik fonksiyonlarını kaybedip duygusallaştıkları ve rasyonellikten uzaklaştıkları anda kendilerine teşekkür edilip uğurlanmaları şart. Gazetecinin seçim dönemindeki en önemli görevlerinden biri de yanlış bilginin yayılmasına izin vermemek.

Tabii bunlar daha ziyade editoryal ekiplerin üstüne çalışabilecekleri şeyler. Aslında kanalları yönetenlerin üstüne odaklanmaları gereken şeyler çok daha farklı. Her şeyden önce yayına yeni başlayan Sözcü TV, Tele 1, Fox TV gibi belirli bir cenaha konuşan kanalların konumlanmalarını gözden geçirmeleri, konuklarını buna göre belirlemeleri şart. Sancılı bir doğum yaşayan Sözcü TV için konuşmak erken olsa da “yarınlar yokmuş gibi” yayın yapmak kalıcı bir marka algısı oluşturma bağlamında büyük problem arz ediyor. Hizmet alınan ajanstan seçim yayınındaki karar verme hiyerarşisine verilen idari kararların tamamının gözden geçirilmesi gerek. Bu aralar Türkiye siyasetinde meşhur olan “plana güven” cümlesi sanki bu medya kuruluşları için söylenmiş gibi. Önce bir plan yap, sonrasında plana güven ve istikrarla devam et. Zira bu anlık sapmalar izleyici için anlık umut serpiştirme hamlelerinden ziyade güvensizlik sebebi olmaktan öteye gitmiyor.

Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
İlginizi çekebilir