BirGün gazetesi yazarı Bahadır Özgür de Ankara’dan yolu geçmiş gazetecilerden biri. Ankara’da haberin sokakta değil kurumdan bulunduğunu anlatıyor. Özgür, merkez medyaya geçmeden hemen önce Evrensel Gazetesi Ankara muhabiri olarak işe başladığı zamanlarda kurumların şimdiki kadar iletişime kapalı olmadığını hatırlatıyor.
Akılda kalıcı önemli notlarından biri de “Merkez medyanın iyi ki dağılmış olduğu” hadisesi. Bahadır Özgür medyanın bugün olduğu yerden de memnun çünkü gazetecilerin ve kurumların, yani havuzun dışında kalan herkesin böylece daha paylaşımcı bir hâle geldiğini düşünüyor. Her kurum birbirinin haberini görüyor, birbirinin haberinin görünürlüğünü çoğaltıyor böylece.
O, gazeteciler arasında herhangi bir yarış da olmadığını düşünenlerden. Haber atlamak türü kavramların patronlar tarafından icat edildiği görüşünde. Bununla birlikte İstanbul ya da Ankara fark etmeksizin ve kişinin nitelik ya da yeteneklerine bakmaksızın yürütülen bir gazetecilik türünün nasıl türediğini de anlatıyor. Hatta daha radikal fikri şu: “Şimdi, medya bunlardan kurtuluyor”.
Ankara Gazeteciliğini çeşitli perspektiflerden araştırdığımız serinin son bölümünde, Bahadır Özgür’le konuştum.
Bahadır Bey, iki gün önce yayınlanmış bir haberiniz var*; Antakya’da 11 katlı binada imar affına uyulurken bile yasalara uyulmadığına dair bir haber bu. Yine Türkiye’nin önemli haberlerinden oldu bu. Yaptığınız haberler yoğun bir kamuoyu oluşturuyor, bu hem iyi haberin azlığı hem de insanların habere açlığı gibi geliyor bana. Siz nasıl değerlendirirsiniz?
Tabii ki bu var ama Türkiye özellikle 2016-2017 yıllarında 90’lardan bu yana hakim olan merkez medyanın dağılmasıyla sanırım herkes bir kendi çabasıyla, biraz dayanışma vesilesiyle kurulmuş mecralarda gazetecilik yapmaya başladı. Teknolojinin getirdiği olanaklardan da mecburiyetten faydalanmak zorunda kalınca biraz o konformizm ile kolaycılık gitti ve kamuoyunu daha fazla ilgilendiren, kamuoyunu etkilemeye dönük haberlere dönüş oldu. Türkiye’nin yaşamış olduğu süreçle ilgili olduğunu düşünüyorum. Bir potansiyel varmış zaten, aslında Türkiye’de pek çok olanağın kullanıldığı, yeni kuşağın çok takip ettiği, okumadığı ama dinlediği yayınlar yapılabilirmiş. YouTube videoları, insanların kendi kanallarını kurması derken biraz da bunlar birbiriyle dayanışmaya da başladılar.
Ben bir haber yaptığım zaman eskiden mesela Radikal’de yayınlanırdı ama haberi sadece Radikal okurları görürdü. Şimdi birisi haberi beğendiği zaman diğer gazeteci arkadaşlar, bu tür yayınlar, sizler paylaşarak yayıyorsunuz. Yani çarpan etkisi artmaya başladı bu dönem. Hangi yerde yazdığınız önemli değil. İyi bir şey çıktığı zaman onu alıp mesela bugün hiç çekinmeden bir başka gazetecilik mecrası kullanıyor, o yayıyor, televizyonlar alıp kullanıyor. Böylece gazetecilik için bir kolaylık da oldu. “Bu dönem çok iyi haberler çıkıyor. İnsanlar habere aç mı?” sorusunun yanıtı biraz da bu. Aç oldukları için biz oraya doğru yönelmiş değiliz, biz insanlara daha iyi ulaşan mecralar kurduk. Bunun biraz da dayanışmanın yol açtığı bir etki. Yoksa Türkiye’de iyi gazetecilik hep vardır, olmuştur ama maalesef ana akım dediğimiz şey toplumun ihtiyaçlarından öte daha çok bir süre sonra kendi grubunun ya da siyasetin ihtiyaçlarına göre yayın yapmaya başladığı için o iş boğulmuştu ve çaresiz kalınca herkes bir araya geldi.
Ana bir şeye karşı birlik gibi bir gazetecilik pratiğinin oluştuğunu mu söylüyorsunuz yani?
Tabii. Benim bir haberimi örnek verdiniz mesela. Ben başından beri Antakya’ya bakmaya çalışıyorum, çünkü eminim ki Maraş’a da birileri bakıyor, orada bir şey varsa çıkarıyorlar. Yarıştan öte herkes bir yerinden tutuyor, bir havuz oluşuyor ve birbirini tamamlıyor. Öyle bir gönül rahatlığı oluyor. “Şurayı zaten şu gazeteci iyi izliyordur, o zaten çıkartır” diye düşünüp siz başka bir alana yönelip kafanızı daha iyi toplayıp, daha iyi bir bilgi bulmaya çalışıyorsunuz. Ben yarış gibi olmadığını düşünüyorum çünkü gazeteciler arası o yarış kurumların bir reyting, reklam yarışıymış haber yarışından ziyade. Şimdi o kaygı biraz kalktı gibi. Ben BirGün’de yazıyorum ama BirGün’de yazmama rağmen örneğin Halk TV davet ediyor, orada anlatma fırsatı doğuyor. Tabii ki orada çalışan arkadaşlarımızın katkısı ile oluyor bu. Siz podcaste çağırıyorsunuz, haberi söylüyorsunuz, başka bir mecraya ulaşılıyor. Bu yoktu eskiden.
Birbirimizi büyütmekten bahsediyoruz şimdi de değil mi?
Bu iş öyledir ama. Gazetecilik kamu işidir. Kamusal bir havuz oluşmadığı zaman çok çok büyük, uluslararası skandallar ya da habercilik işleri olmadığı sürece hiçbir şeyin Türkiye’de kendi etkisini bu kadar yaratacağını düşünmüyorum. Bu tablonun oluşmasının bu havuzu insanların birlikte doldurmasından kaynaklandığını, birbirini tamamlayan işlerin var olduğunu ve ortaya çıkan işlerin birbirinin etkisini daha da artırdığını düşünüyorum.
İyi ve birleştirici bir bakış açısı. Burada belki pek çok yeteneğin de ana akımla beraber körelme ya da görülmeme ihtimalinden de bahsediyorsunuz.
Ben alan gazetecisi değildim, hep ana akımda yazı işlerinde oldum. Haberi seçen, haberi sunan, üzerinde oynayan bir muhabirin getirdiği haberi belki de hiç hak etmediği bir şekilde ya öldürmüşüzdür, ya parlatmışızdır. Öyle bir pozisyonda olduğum için oradaki şeyi daha iyi gördüğümü düşünüyorum. Orada “rekabet” denen şey haber rekabeti değil de kurumsal, aslında bir nevi gazetenin sahiplerinin çizdiği rekabet sınırları içinde gerçekleşmiş bir şeydi. Kimse kimsenin haberinin devamını kolay kolay getirmiyordu. Tamamlama, onu övme yoktu. Şimdi dikkat ediyorsanız bir arkadaşımız iyi bir haber yaptıysa elimizde ne imkân varsa hepimiz paylaşıyoruz. Bugünkü tarih için söz edeyim: Seyhan Avşar bence olağanüstü bir haberdi. O haberi de Seyhan Avşar yapabilir şimdi benim böyle bir rekabete girme şansım yok. Onun ilişkileri de kolay değildir, yargı muhabiri, uzman muhabir. Bunlar yılların birikimini gerektirir. O yüzden hırsım olmuyor. Bence çoğu kişinin de olmuyor. O, o alanda iyi, başkası başka bir alanda. Tamamlıyor birbirini ve seve seve paylaşıyorum ben de faydalı gördüğüm için. Birçok yer de alıyor, birçok site de alıyor. Bence onun etkisini kaçırmamak lazım. Bu dönemin belirgin özelliği gazetecilerin hem bu çaresizliğin, kısıtlı olanakların içinde çalıştığı ama aynı zamanda o kısıtlanma, mevcut dijital olanakları bireysel kullanmanın ne kadar önemli olduğunu gördüğü bir dönem olması. Bakın deprem zamanı basılı gazeteler bir gün sonra haber verebildiler. Hatta dijital mecralar bile yetişemezken oraya bağımsız gitmiş, YouTube’da yayın yapan ya da sadece cep telefonuyla çekim yapan kişiler bize çok çarpıcı görüntü ve olayları anında aktardılar. Nereye evrilir bilmiyorum ama böyle. Dediğim gibi çok iyi gazeteciler her zaman oldu Türkiye’de ama o olanaklar değiştiği anda o iyi gazetecilik bir havuza dönüştü, herkesin yararlandığı bir havuz.
Radikal’de olduğunuz dönemde çok daha yırtıcı bir ruh hâli vardı medyada. Bahsettiğiniz bu daha sakin olan ruh hâliyle işinizi yapabiliyor muydunuz Doğan Medya’da yoksa siz de daha hırslı bir zamanınızda mıydınız?
Kaçınılmaz olarak başkasında olan ve sende olmayan haber için bir şey yaşanıyor tabii. Bu şunlara yol açıyor bence: Bir, muhabirlerin hak etmediği şekilde üzerlerine bir baskı oluşturuyor çünkü sana getirmiyorsa o haberi o muhabirin değeri kalmıyormuş gibi bir şey oluyor. Halbuki yetişmesini, zamanı, başka türlü bir yeteneği var mı yok mu onu ortaya çıkaracak bir olanak yoktu. Bugün Seyhan Avşar’ın bu haberi senin gazetende yoksa, sen yazı işleri olarak böyle bir muhabir istiyorsun bu sefer. O zaman elindeki muhabirin yeteneğini göz ardı edip ilişkisi olan bir şeye yöneliyorsun. Bakın ilişkisi siyasetle-bürokrasiyle olabilir, bu haberi alabilecek bir ilişki. Bizde neye yol açtı bu? Buradan bir ders almamız gerekiyor bence. Birtakım ilişkisi olan insanların aslında gazeteciliğine bakmadan gazetecilik yapmasına. Bu neye yol açtı? O zaman bürokraside kimler hâkimdi? Mesela cemaatçiler hâkim olduğu için bir anda ana akımda almak zorunda kaldılar. Çünkü sen hakimden savcıdan dosya alamıyorsun, Türkiye’nin gündemi de bu. O zaman iyi yazıyor mu, iyi bir bakışı mı var, bir özelliği ve meziyeti mi var demeden yapılan bir gazetecilik türedi. Çok tuhat da bir dönem. Mesela kulis haberciliği gibi bir şey çıktı ve sonra profesyonelleşti. Onlar kendi kapalı dünyalarına kimseyi sokmadan haber yapmaya başladı. Kulis haberi, teyit de edemiyorsun, sırf ilişkiden dolayı, sırf savcıyla tanıştığı için, başka yerlerden tanıştığı için gazeteci oldu bunlar. Ondan sonra onların basında neye yol açtığını, Türkiye siyasetinde nasıl yaralara yol açtıklarını biliyoruz.
Bakın Balyoz, KCK, Ergenekon davaları… Bunların niteliğinden, olayların siyasi yorumunu yapmadan söylüyorum bunları. Şike davası… Bu haberleri getiren muhabirler nereden, nasıl çıktı? Nereden geldi? Çok iyi bir gazetecilik meziyetine sahip oldukları için mi, iyi ilişkileri olduğu için mi? O zaman ana akımda ne yaptık? O ilişkiye sahip gazeteciyi alıyorsunuz ve belki de iyi bir gazeteci olabilecek başka türlü bir muhabiri işsiz bırakıyorsunuz ya da daha değersiz kılıyorsunuz, daha az ücret veriyorsunuz, işini yürütemeyecek hâle getiriyorsunuz. Geçmişteki rekabetin ve habercilik formatının, biçiminin yol açtığı tahribat büyüktür. Bu dönemde bence biraz o gitti. Anlatmak istediğim, orada uzmanlık değil, ilişkiydi önemli olan. Bir süre sonra uzmanlık ve ilişki yer değiştirdi. Hangisi hangisi fark etmez oldu. Ben ekonomiden geldim, önce ekonomi haberleri toplum haberleriydi aslında. Yoksulluk, zam, memur ve her şey. Sonra finansçılar girdi ve gazeteci olmayan ama finanstan anlayan bir ekip türedi, onlar ele geçirdiler. Şimdi onların ne dilini ne ilişkilerini anlıyorsunuz zaten. Uzman dendi ama bir anda finans ekonomi basınını sömürgeleştirdi ve toplumdan kopmuş oldu. Sonra iş adamı kulisi, iş dünyası kulisi yazan gazeteciler türedi. Onlar o gezilere gidiyordu, oradan bilgi alıp yazıyordu ama başka da kimse yazamıyordu. O ilişkilere sahip bir zümreydi bunlar. Böyle böyle uzmanlıkla ilişkinin karıştığı ve birbirinin yerine geçtiği bir kötü biçime doğru gidiyordu, neyse ki dağıldı.
O zaman şimdi olduğumuz yer, iyi bir yer mi yani?
Ben iyi görüyorum, insanlar neden kötü görüyor anlamıyorum ki! (Gülerek) Şu var: Yaşamı idame ettirmek lazım, haber pahalı bir şey. Düşünün deprem bölgesine ben de gittim, kendi olanaklarımızla gittik. Böyle olduğu için yapabileceğinin çok azını, gidebileceğinin çok azını yapabiliyorsun. Kalamıyorsun, o maliyetleri karşılayamıyorsun. Bu finansman başka bir sorun, kurumsal bir şey gerekiyor ama o zaaf burada başka bir gazetecilikle telafi edildi gibi geldi bana. Daha özgür, daha serbest, daha olanakları kullanıp haberini, fikrini yayabilen bir gazetecilik türedi. Nereye gider bilmiyorum ama bence daha hayırlı oldu. Uzmanlık için daha verimli bir iklim çıktı.
Oraya giden bağımsız bir gazeteci söyleyeceğini iki günde söyleyebiliyor ama bir hafta kalan bir ana akım hiçbir şey söylemeden geri dönebiliyor.
Tabii… Kıyaslayabileceğimiz o kadar çok örnek var ki! Ben bu deprem zamanı pek çok genç muhabiri hayranlıkla izledim. Nokta atışı haberler yaptılar ve o haberler gerçekten oradakilerin sorunlarını dile getiren, gündem yapan haberler oldu. Haber yapmış olmak için değil, toplumun bir sorununu görünür kılmak için haber yapmak önemli hâle geldi.
Bu söylediklerinize yüzde yüz katılmakla birlikte, bu dönemin bir sorunu da Türkiye’de sadece gazetecilik yaparak yaşayamayacağınız bir hâle gelmiş olması. Geçinemezsiniz çünkü. Geçinmek için ya kurumsal bir yerde çalışıp ağzını kapatacaksın ya da bağımsız medyada olacaksın. Geçinebilmekle geçinememek arası bir şey olacak hayatın. Bu nasıl aşılır?
Yok, yapamazsınız, haklısınız. Şimdi şu an için kurumlar elinden geldiğince bu boşluğu doldurmaya çalışıyor, pek çok mecra sayabiliriz. Halk TV mesela depremde çok iyi yayıncılık yaptı ama başka birçok şeyi tartışılabilir. Haberi vermeye çalıştı ve o olanakları kullandı. O olanaklarla mesela Diken, gönderdiği muhabirin en azından haberlerini iyi gösterdi ve onu orada tuttu. Medyascope pek çok yere haberci gönderebildi. Eldeki kurumsal yapı da kötü değil ve belli olanaklar içinde çok iyi işler çıkarabiliyorlar ama dediğiniz gibi hayat şartları iyi sayılmaz. Ama Türkiye’de bu hep öyleydi. Yine ana akımda da çok az gazeteci hatta gazeteci değil, yönetici zümresi iyi ücret alırdı, geri kalan herkesi sadece yol ve yemek parası vermediği için geçiniyor sanıyordu çünkü bütün vaktin de zaten binada geçiyor İstanbul’da, bir şey de harcamıyorsun. Aldığın para o yüzden o dışarı çıkıp bir şey yapmayı zaten karşılamıyordu. Yani geçmişte de çok parlak değildi.
Bu doğrudan Türkiye’nin kendi ekonomi gündemiyle de ilgili.
Tabii. Milyonlarca insanın yaşadığı sıkıntıyı biz de yaşıyoruz. Gazetecinin iyi geçinecek diye bir kıstası dünyada yok, tarihte de yok. Bu meslek kazandıran bir şey değil baştan böyle düşünmek lazım. Halk ne sorun çekiyorsa sen de oraya dönük bir gazetecilik yapıyorsun. Onlar işsiz kalıyorsa sen de kalıyorsun. (Gülerek) O gazetecilikle ilgili bir sorun değil, ülkenin kendisiyle ilgili bir sorun.
Kariyerinizde Evrensel gazetesi de var; Referans, Radikal, Hürriyet var istifa ettiğiniz. Bütün bu konuştuklarımızda Ankara Gazeteciliğinin bir yeri var mı?
Aslında gazeteciliğe ilk orada, Ankara Evrensel Büro’da başladım. Susurluk kazası olmuştu mesela, çok çarpıcı bir olay. Türkiye’nin kıpır kıpır olduğu bir zamandı. Hem büyük sorunların ülkenin üzerine yıkıldığı hem de toplumda bunlara karşı ilgi ve merakın olduğu bir dönemdi. O yüzden şanslı bir zamanda başladım. Ankara Gazeteciliğinin şöyle bir özelliği var: Ankaralı ve Siyasal mezunu olmamın da Mülkiyeli olmamın da etkisiyle daha kamucu bir bakış açımın olması. Onun herhalde getirdiği büyük bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Şimdi değişmiştir belki ama o dönemde bir şekilde kurumlarla işbirliği yapıyorsunuz. Mesela ben ekonomi gazeteciliğine başladığımda şimdiki gibi internet yoktu ve her sabah TÜİK’e gidip bülteni oradan alırdık. Kurumlara sürekli gidip geliyorsun. Bu da kolaydı çünkü kurumlar açıktı, daha büyük toplantılara katılabiliyordunuz. Tabii büyük haber bulamıyordunuz. Bunları ilişkileri daha iyi olan gazeteciler buluyordu ama Ankara Gazeteciliği kurumlarla ilişki demek, neyi nerede bulacağını bilmek demek, siyasetle meclisle ilişki demek.
Kurumlar ve Meclis ile ilişkili olduğunuz için az çok basitçe yasalardan, prosedürlerden, kurumların dilinden anlamanız gerekiyor. Biraz daha eğitim gerektiriyor. Biraz ekonomi, istatistik bilmeniz lazım. Bir yasayı okuduğunuzda anlayabilmeniz için biraz daha fazla bilgi gerektiriyordu. Ankara Gazeteciliğinin böyle niteliksel bir farkı olduğunu düşünüyorum ve o da çok şey katıyor insana. Devlet kurumlarıyla muhatap oluyorsunuz, sokaktan haber bulmuyorsunuz çünkü eğer sokakta toplumsal bir eylem, gösteri yoksa. O zamanlar için sendikalar eylem yapardı, ben 2001’deki esnaf eylemlerini çok izlemiştim. Bunlar olmadığı müddetçe çok fazla sokak haberciliğindense daha çok kurumlarla muhatap olduğunuz için Ankara Gazeteciliği biraz daha ayrılıyor. Yarı resmî oluyor, giyim kuşamınız bile değişiyor. Meclis’e gidip geliyorsunuz, siyasetçi, bürokrat tanımanız lazım, o dili bilmeniz lazım. Kaleminiz de değişiyor o zaman. Fark etmişsinizdir, Ankara gazetecilerinin haberlerinde o hikâye tarzı olmaz. Düz olur ve bu gereklidir de. Meseleyi basitleşitirip anlatmanız lazım o yüzden de o bir zaaf değil gereklilik oluyor.
Değindiğiniz önemli bir ayrıntı kurumların kapılarının açık olmasıyla ilgiliydi. Herkese açık olması aslında her şeyi değiştiriyor değil mi?
En azından bu sıradaki toplantılara girebiliyordunuz ve o zaman sarı basın kartı gibi bir şart da yoktu. Ben Devlet Planlama Teşkilatı’nın, Hazine Bakanlığı’nın, Maliye Bakanlığı’nın birçok toplantısını izledim. En azından açık olan şey size de açıktı. Özel haber için çok ilişki gerekiyordu, daha büyük gazetelerde çalışmayı gerektiriyordu ama mesela ben dedim ya Susurluk zamanına denk gelmiştim ve o durumda dahi devlet kurumlarından bilgi alabiliyor, teyit ettirebiliyor ya da bir şey sorabiliyordunuz.
Şu anda bir kurumu arayıp bilgi almak, teyit ettirmek imkânsız.
En azından -o yanıtın sizi tatmin etmesi bir tarafa- evet-hayır gibi şeyler duyuyordunuz. Ya da davaları izleyip, tutanaklara rahat ulaşabiliyordunuz, Meclis komisyonlarını izleyebiliyordunuz, işleri takip edebiliyordunuz. Yani asgari düzeyde muhabirlik yapmanız için bir ortam vardı. Geri kalan özel habercilik başka türlü bir deneyim, birikim gerektiriyordu ama öyle büyük bir engele rastlamamıştım ben.
Peki İstanbul ve Ankara Gazeteciliği arasında nasıl bir fark var sizce?
Çok büyük fark var bence. Benim dememe bile gerek kalmaz, bu eskiden beri bilinen bir şeydir, İstanbul bu işin merkezi.
Bir kere Ankara’da trafik sorun değildir ve çalıştığınız alan da çok dardır aslında. Şimdi için söylemiyorum ama benim çalıştığım zamanda Kızılay’ın etrafında bakanlıklar, Meclis ve her şey iç içeydi. Çok küçük bir alanda koşturuyorsunuz ama bir kere İstanbul trafik demek. Başlı başına bir haberin üretilmesi çok zaman ve maliyet gerektiriyor. İkincisi; İstanbul’da her şey haber. Yağmur yağsa da haber, trafik sıkışsa da haber, doğa olayları da İstanbul’da olduğunda haber, trafik kazaları da haber. Herhangi bir semtteki kavgasından cinayetine hepsi haber, kendisi de haber. Dünyanın en büyük kenti, zenginler ve fakirler burada ve bu çelişki de haber. Nereden baktığınıza bağlı olarak değişir ama taşı toprağı haber derler ya öyledir İstanbul. Bir mahalleye gidip bir soruna da bakabilirsiniz. Ankara’da bu sorun o dönem için örneğin Mamak-Tuzluçayır civarı daha yoksul, emekçi insanlar oturduğu için ve oradakilerin sorunları daha fazla olduğu için en fazla oralardan semt haberleri çıkardı. Kızılay’dan bir şey çıkmazdı. O dönem imar-inşaat işleri bu kadar değildi ki Ankara’da kesinlikle öyle değildi zaten, o alanda da bir haber yoktu. O dönem sokağa çıktığınızda üreteceğiniz bir haber kolay kolay yoktu Ankara’da. Şimdi başka tabii, şimdi bambaşka bir yere evrildi. Ama İstanbul’da haber bulamıyorum demenin bir bahanesi yok. O yüzden İstanbul ile Ankara arasında çok temelde mekânsal olarak bir farklılık var ve bu da gazeteciliği belirliyor. Bir ikincisi, İstanbul’un haber olarak görmediği bir şey haber olmuyor. Eskiden beri böyledir bu. Siz Ankara’dan, taşradan ne kadar haber yaparsanız yapın, İstanbul olduğu ve tüm yayınların merkezi olduğu için gündem oradan belirleniyordu. Neyse ki artık yeni teknolojiyle aşıldı bu iş. Patronajlar burada olduğu için ilk düşündüğünüz şeylerden biri bu oluyor. Çoğu ülkede bu kadar var mı bilmiyorum ama siyahla beyazın fark ettiği zamanlar gibi zamanlar da vardı Ankara Gazeteciliğinde. Bana sorarsanız artık bu fark yok işin içinde çünkü artık Niksar’daki çok küçük bir haber büyük bir habere dönüşebiliyor, yayılıyor çünkü. İnternet artık o farkı ortadan kaldırdı diye düşünüyorum.
Bir haberci için haber bitmez diyorsunuz yani.
Bir sürü türü var, bu dönemde pek çok türü bir araya getirme şansı doğdu bu olanaklarla. Elbette ki uzman gazetecilik denince akla alan gazeteciliği geliyordu. Eğitim muhabirliği, yargı, sağlık muhabirliği, belediye muhabiri gibi… Şimdi sorunlar o kadar iç içe geçti ki Türkiye’de habercilik de alandaki iyi bilgileri toplayıp düzgün bir kurguyla sunmanızı gerektirir hâle geldi. İlla ki sıcak olması şart değil, bir tür araştırmacılık teşvik eden bir dönem bu. Bir şeyin öyküsünü geriye doğru anlatmak, başka alanlarla bağlantısını ortaya koymak, onu veriyle desteklemek, görüntü ile desteklemek gerekiyor. Dijitalde artık videolar konuyor haberlerin içine, hepimiz koymak zorundayız çünkü bizi buna zorluyor durum. Çok da faydalı oluyor, zenginleşiyor ve bir sürü şeyle anlatacağınız bir şeyi birkaç kelime tarifle anlatıyorsunuz. Dolayısıyla eskideki uzmanlığın yerine birden fazla alanda çalışma gerekiyor. Deprem haberi yapmak için biraz imar yasasına da bakıyorsunuz, müteahhide bakıyorsunuz, inşaat şirketini araştırmaya başlıyorsunuz, ticaret sicil gazetesine bakıyorsunuz, iktidarla bağlantısı var mı diye bakıyorsunuz, sonra başka bir yerde bir şey yaptı mı diye düşünüyor, ona bakıyorsunuz. İstediğiniz kadar bir haberi nerede bitirip başlatabileceğinize karar verebiliyorsunuz. Bu, bu dönemin işi. Geçmişte kesinlikle bu yoktu. Alan dediğimiz şeyin net sınırları vardı ve bununla oynanmazdı. Şimdi bir haberle bir sistemin işleyişini anlatma şansımız var. Bu dönemin ana habercilik eğilimleri bunlar. Bu eğilimleri kim güçlendirirse onlar iyi bir haberciliğe gidecek diye düşünüyorum. Flaş gelişmeleri bunun dışında düşünerek söylüyorum, bunları duyurmanın da artık bir mahareti kalmadı ama arka planı derli toplu anlatmak esas mesele. Konsepti ortaya çıkarmaya kaydı yani gazetecilik. Tek yönlü bir gazetecilik insanlara hitap etmiyor. Bir puzzle parçası gibi davranmak gerekiyor. Sokaktaki kâğıt işçiliğini uluslararası atık ticaretine bağladığınız zaman o iyi geliyor insanlara. Toplum birçok sorunu iç içe geçmiş yaşıyor ve bunu gazeteci görmezse o zaman çağ dışı kalırsınız.
** Bu söyleşi 30 Mart tarihinde yayınlanmıştır.
Bu serinin diğer bölümleri:
Gazetecilikten Meclis’e I: “Gazeteciliğin tadı ne mecliste vardı ne de sivil toplumda”
Gazetecilikten Meclis’e II: “Meclis’te çalışmak hem şans hem şanssızlık”
Gazetecilikten Meclis’e III: “Gazetecilik yapacaksan yolun Meclis’ten geçmeli”
Gazetecilikten Meclis’e IV: “Asıl gazetecilik iktidar gittiğinde başlayacak”
Ankara’dan İstanbul’a I: “Tavuk beslemek varken niye tazminatlarla elalemin adamını besleyeyim?”
Ankara’dan İstanbul’a VII: “CNN’deki son iki senemde kâbuslarla uyanıyordum”
Ankara’dan İstanbul’a VI: “Siyaset alanının daralması benim için şans oldu”
Ankara’dan İstanbul’a VIII: “Merkez medyanın yıkılması çok iyi oldu”