Ankara’dan İstanbul’a VI: “Siyaset alanının daralması benim için şans oldu”

Getting your Trinity Audio player ready...

“Ankara’da steril bir ortamda iş yapıyorsun bir kere. Çok fazla ayak oyunu olmaz, işler haber üzerinden devam eder. En fazlası haber atlatmaktır. İstanbul’da ilişkiler üzerinden yürüyor sistem. Birtakım yapılanmalar oluşuyor, o yapılanmalar seni kabul etti etti; etmedi, onun üzerinden olumsuzlukla karşılaşabiliyorsun ya da yolun açılabiliyor. Kendi yetersizliklerini bilen insanlar seni tehdit olarak görüp ona göre hareket edebiliyor.” 

15 ile beş milyonluk iki kentin gazeteciliği burada gazeteci Yavuz Oğhan tarafından kıyaslanan. İnsan ilişkilerinin bir ağ vazifesi görmesi beklenebilir ama Yavuz’un anlattığı bu hikâye yine de gazetecilerin tanıyacağı bir içgörü. Pandora’nın kutusu gibi… Belki bir ara bunu da konuşabiliriz. Konunun diğer tarafına geçersek; Yavuz Oğhan hem Ankaralı hem de İstanbullu gazeteci profilinin bir karışımı. Hem iki şehrin gazeteciliğini hem de mesleğin dönüşümünü anlatmak için uygun isimlerden biri. Merkez medyada ilerleyen kariyerinde yolu ticaretle de kesişmiş olduğu için kendi mecralarını kurmaya da alışkın. Son olarak Gazete Pencere’yi bundan dört yıl önce kurdu ve burada genel yayın yönetmenliği koltuğunda oturuyor. Söyleşimiz sırasında Gazete Pencere ekibi sadece abonelere açık olan internet sitelerini yenilemek üzere çalışıyordu.

Oğhan, bugün “herkesin” gazeteci olabilmesinin ya da kendisine bu ismi verebilmesinin sonucunda niteliksiz insanlara değer verildiğini ve bunun sonucunda mesleğin değersizleştiğini düşünüyor. Şaşırtıcı biçimde gazetecilik alanının gitgide daralması bir bakıma ona iyi gelmiş çünkü kendisi ana akımdan ayrılınca daha geniş kitlelere ulaşabilen bir gazeteci hâline geldiğini anlatıyor. Konumuz modern dünyada kötü kullanıldığında çalışanları yıpratan “performans kriterine” de, 90’lardaki asker baskısı altında kalan gazeteciliğe de değiyor.

Tabii ki gazeteciliğin kimyasının bozulduğunu da düşünüyor Oğhan. Tek umudu muhalefetin seçimi almasından sonra en azından parçalı bir yapı olması nedeniyle tüm grupların birbirini denetleme ihtimalinin olması; bu da belki gazeteciliği bir nebze olsun dengeleyebilir. Şu anda yapılan şey gazetecilik değil, bir aktivizm gösterisi gibi. 

2009 yılından beri İstanbul gazetecisisiniz. Mesleğe Ali Kırca’lı ATV zamanında gece muhabiri olarak başladınız. O dönemi nasıl özetlersiniz?

Ondan daha önce, Ali Kırca ATV’de çalışmaya başlamadan önce, ATV’nin daha yeni olduğu zamanda iki buçuk aylık bir geçmişim vardı. Daha sonra Ali Kırca ile ekibi geldi. Gündüz çalışıyordum, performansımı beğendiler ve gececi yapmak istediler. “Olur” dedim bir şekilde sistemin içinde olmak gerek diye düşünüp. Evliydim, çocuğum da vardı ama ona rağmen Ali Kırca ile gece çalışmaya başlamış oldum.

Performans dediniz. O zamanlar gazeteciler için nasıldı performans ölçümü?

Meslekte yeni, daha genç olduğumuz zamanlarda kendimize alan açmak için hırsla çalışmamızı düşünebilirsiniz. Benim hayatım o açıdan enteresan. Gazi İletişim mezunuyum ama okula hiç gitmeden hemen hemen sadece sınavlara girerek mezun olan öğrencilerden biriydim çünkü çalışıyordum, ticaret yapıyordum. Turizmciydim. O arada evlendim. Körfez Krizi kötü bir krize dönüşünce o işte battım tam anlamıyla. Karım da gazeteci. Hürriyet’e yeni girmişti, ben de bu işleri yapmaya karar verdim ve bir formül bulup ATV’de başladım. İki ay sonra Ali Kırca, ekibiyle birlikte geldi. Baki Şehirlioğlu, TRT’nin eski spor müdürü, haber dairesi, AA… Mesleğin eskilerinden bir isim de Ankara’da temsilci oldu. Performans dediğimiz şey haber aslında. Habere bakış, haberi görme, haber çıkarma… Bunlar performansın parçaları. Beraber çalıştığımız insan hem gayretimi hem de ufak tefek de olsa yeteneklerimi görünce beni harcamak istemedi. Aslında kadrosu uygun değildi, çünkü dışarıdan Gürkan Zengin, Çiğdem Anad, Tayfun Talipoğlu gibi isimlerle gelmişti ve çok iddialıydı. Gececi olmam formülünü buldu ve gece, benim hayatımı değiştiren bir şey oldu, süperdi.

Gazeteciliğin görüldüğü ve performansın ödüllendirildiği bir zamandan bahsediyorsunuz. Bu, yaptığınız haberlerin de görüldüğü anlamına geliyor.

Tamamen performansla alakalı ama bu işlerin hepsi 93’ün Eylül ayında oluyor. Sonrasında 5 Nisan kararları geliyor, 1994’te. Bir kriz var Türkiye’de, Çiller’li dönem. Bütün şirketler çok zor durumda kalıyor, devalüasyon var. Sonrasında da beni işten atmak zorunda kaldılar orada. Doğal olarak biz vedalaşılan isim olduk. Yaklaşık iki ay ayrı kaldım ATV’den. Star’da çalışmaya başladım. Kısa bir süre sonra bana telefon ettiler ve tekrar çağırdılar.

Bahsettiğimiz mecraların hepsi merkez medya. CNN var en son ve sonra Gazete Pencere’ye kadar geleceğiz zaten. Merkez medyadayken muhtemelen haberlerinizin genele yayıldığını da görüyordunuz. Şimdi bu karşılaşmadığınız bir şeydir diye tahmin ediyorum ki bu zaten pek çok gazetecinin ortak sorunu. Haberi geniş bir kitleye yaymak gittikçe zorlaştı. Bu size ne düşündürüyor, ne hissettiriyor merak ediyorum.

O yıllarla şimdiyi karşılaştırmak mümkün değil çünkü o yıllarda ATV bir fenomendi. Yaptığı haberlerle bir fenomen… Hatırlıyorum, bu dönemde o dönemin haberlerini yapmaya kalk, gece 2’de mutlaka evi polis basar. Merkez medyada yapıyorsun ama bunu. Bu yapılırken de büyük kavgalar veriliyor, itirazlar ediliyor.

Patron Dinç Bilgin hayatımda gördüğüm en gazeteci patronlardan biriydi. Çünkü askerlerin çok güçlü olduğu bir dönemde Ali Kırca’nın da arkasında durdu. Köy yakmaların, Batman’da intiharların olduğu dönemdi. Haber yapılıyordu ve ATV’de yayınlanabiliyordu. Çok büyük tepki alınıyordu. Demek istediğim şu: Hareket alanımız daraldıkça ilgi azaldı. Şimdi tabii ki bir gazetecinin en memnun olacağı iş yaptığı haberin çok geniş kitlelere ulaşması olurdu ama merkez medyada o imkân gerçekten her yıl azaldı 90’lardan itibaren. Bugün geldiği noktayı söylemiyorum bile zaten.

Ben CNN ile İstanbul’a geldiğimde kanal yine etkiliydi ama o daralma devam ediyordu ve artık 2011, 2012’lerde en azından benim için son raddesine kadar gelmişti. Onun dışına çıkarak da daha geniş bir alana ulaşma imkânım oldu, bu da önümü açan bir şey. Orada bu kararı verdiğim için son derece memnunum.

O zaman 2011’de alanınız CNN’de de çok mu daralmıştı?

Daralıyordu. 

Bunlar nasıl hamleler?

Daralmaya devam ediyordu. 2011 yılı, Ankara’da gazetecilik yapıyoruz. Siyasetçilerle iç içesin ama bir gazeteci ahlakın var. Sona İstanbul’a geliyorsun. Yöneticisin ama siyaset senin alanını iyice daraltıyor. Bu sefer sorumluluk daha yüksek ve gazetecilik yapmaya devam ediyorsun. 

Şunu anlatayım; Aydın Doğan’la ilgili vergi cezaları vardı, iktidarla kavga etmemesi lazımdı. Büyük cezalar kesilecek yani, hatta bitirmek üzerine hareket ediliyordu. Aydın Doğan “Beni dolmuş parasına muhtaç etmek istiyorlar” diye düşünüyor, üstüne geliniyor ve bundan endişe ediyor. Sizin önünüze haber geliyor. Şu anda mesela o haberi getireni kovuyorlar ama o dönemde o haberler gelirdi ve yönetici de vicdanen o haberi yayınlamakla yükümlü hissederdi kendisini. Biz öyle yaptık en azından. Patron kızardı ama bilirdi senin yayınlayacağını da. Böyle bir denge vardı orada. Bir yayınlardın, iki yayınlardın, üç yayınlardın ama sonra “Kardeşim ne yapıyorsunuz?” derdi biri, “Aaa öyle mi, sorun mu var?” derdin. Çekerdin haberi ama zaten haberi vermiş olurdun. Şimdiki durum bambaşka. Şimdi o haberi getiren cezalandırılabiliyor ya da o haberi getirecek insanlar çalışmıyor artık. Otosansür iliklerine kadar işlemiş herkesin. İşte bu, alanın daraldığı dönemdi. 2011’de gerçekten sıkıntı büyüktü özellikle Doğan Grubu’nda. O nedenle ayrılınca biraz daha geniş bir alanda iş yapma imkânına sahip olduk gazeteci olarak. 

Bu önemli bir ayrımmış. Ben şimdiye dek bağımsız medyada kaldım ve şikâyet ettiğim şeylerden biri ya hep aynı kitleye konuşmak ya da yaptığım işlerin görülmemesi oldu. Söylediğiniz bu özgürleşme konusu iyi de geldi ve muhtemelen ana akımda yapamayacağım haberleri yapmış oldum böylece. Moral oldu diyelim. Sizin bu konuda söyleyecekleriniz neler?

Bu önemli. Kötü ev sahibi insanı mülk sahibi yaparmış derler ya, sistem sizi bir yere sıkıştırdığında çıkış arıyorsunuz. O formata girme imkânınız yok, öyle bir gazeteciliği bilmediğin için de oradan çıkış arıyorsun. Mesela biraz da şansım vardı herhalde benim, o çıkışı o dönem ben Sputnik’te buldum; öncesinde YouTube’da bir program yapmaya çalıştım, kimsenin bu işleri yapmadığı bir dönemdi bu. Bir internet sitesi açtım, yürütür müyüm yürütemez miyim derken bu arada yine birtakım ticari işlere bulaştım sonrasında battım da yine turizmde olduğu gibi ama Sputnik’te bir buçuk saatlik program çok büyük etki yarattı. Niye oldu bu? Çünkü insanlar gerçekten habere ulaşmak istiyorlar ve radyo da çok etkili bir mecra. İlk defa radyoculuk yapmıştım orada ve sistem beni hiç aklımda yokken radyocu yaptı. O zaman Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkiler de biraz mesafeliydi yani Sputnik benim elimi rahat bırakıyor ve ben onların talimatlarıyla iş yapmıyorum ama istediğim gibi iş yapabiliyorum gibi bir hâldeydik. Bu da o programı çok yukarılara taşıdı. Hâlâ radyodan benim sesimi tanıyan insanlarla karşılaşıyorum. Yani yaptığınız iş ve mecra iyiyse bir şekilde insanlar size ulaşıyor, onu anlatmak için söyledim size bunu. Böylece gazetecilik hayatımın en etkili olduğu dönemi yaşadım radyoda. Baksan Marmara’da bir saat yayın yapan bir programdı ama öyle değildi. Eğer iyi yaparsan Türkiye’yi etkileyen bir şey hâline gelebiliyor. Herkes de konuşuyordu ve hiç tahmin etmediğim insanlardan, cezaevlerinden mesajlar alıyordum. İşini ciddiye al yap, platformun seni engellemesin, kaynağın da sonucuna getirdi beni orası. Ama eğer platform da seni engellemeye başlarsa orada sorun çıkıyor, Sputnik’te bu oldu. 

Bir yerde Türkiye ve Rusya arası ilişkiler düzeldi, S-400’le ilgili birtakım imzalar atıldı, sonra, “Biz hükümeti kızdırmayalım” fikri hâkim oldu. “Yavuz abi sen biraz izin mi yapsan?, Daha az mı program yapsan” diye ilerledi. “Gideyim” dediğimde “Yok gitmesen mi?” dediler, çünkü onlar da programın değerli olduğunu ve gittiğimde marka değerinin düşeceğini biliyorlardı. Ama bir arıza çıkıyor çünkü düzene girdiğinde çıkaracağın konuğa karışmaya başlayınca o zaman film kopuyor çünkü sen de yapmışsın yapacağını ve o emeği mahvetmek istemiyorsun, ayrılıyorsun.

Kariyerinizde Ankara Gazeteciliğinin nasıl bir etkisi oldu ve İstanbul ne hissettiriyor?

İki noktadan söyleyebilirim. Ankara’da karşılaşmadığım, hiç aklıma gelmeyecek bazı acayipliklerle karşılaştım, CNN’den ayrıldıktan sonra da oldu bunlar. Ankara’da steril bir ortamda iş yapıyorsun bir kere. Çok fazla ayak oyunu da olmaz, işler haber üzerinden devam eder, en fazlası da haber atlatmaktır. Bu da gazeteciliğin keyifli tarafları. İstanbul biraz daha farklı tabii. Burada ilişkiler üzerinden yürüyor sistem. Birtakım yapılanmalar oluşuyor, o yapılanmalar seni kabul etti etti; etmedi, onun üzerinden olumsuzluklarla karşılaşabiliyorsun ya da yolun açılabiliyor. Kendi yetersizliklerini bilen insanlar seni tehdit olarak görüp ona göre hareket edebiliyorlar.

Ankara Gazeteciliğinde bu daha sterildir ve daha az yapılır. Bunlar işin kariyer bölümü. İşin habercilik bölümünde de Ankara bir eğitimdir ve geçersin sen eğitimden. Ne bileyim haber dilinde geçersin, nerede çalışırsan çalış bir muhalefetin ya da senin çalıştığın kuruma ters düşen bir siyasi yapının kullandığı dile dikkat edersin, hakaret etmezsin, habercilikten uzaklaşmamaya özen gösterirsin, dinlemeyi bilirsin. Ama şimdiki sisteme baktığında bunların hiçbiri yok. Haberci dediğin üçüncü gözdür ya, dışarıdadır aslında ve sistemin içinde değildir. Sen bir izleyicisin yani. Türkiye’de haberci izleyici olmaktan çıkmış, zaten aktivist hâline gelmiş. Bunu iktidarı destekleyen medya için değil, tamamı için söylüyorum. Tamamı bir aktivizm faaliyeti içinde. Ne kadar çok bağırma o kadar çok alkış, ne kadar çok sertlik o kadar çok tık, ne kadar çok küfür o kadar çok beğeni diye gidiyor. Bir garip silsile içinde insanlar şehvete kapılıp gidiyor. Ankara’da olmazdı bunlar. Ama şimdi bakıyorum buradan Ankara’ya, benzerini görüyorum. Orada da aktivizm devam ediyor, kalite sıfırlanmış durumda. Yani şöyle düşünelim: Haberi ilişkileriyle bulacak, hazırlayacak, teyit alacak insanın bir tecrübeye, zekâya, bilgiye, birikime, araştırma becerisine ihtiyacı var. Şimdi zaten haber istenmiyor. Bunu git araştır diyecek bir şey yok, araştırsa başı belaya girer. “Git bilmemkimi izle” diyorlar. E zaten ben o insanı canlı yayında da izliyorum. Gittin, kamerayı koydun, izledin, soru da sormuyorsun çünkü sorarsan basın müşaviri gelip, “Ne yapıyorsun?” diyor ve üçüncüsünde seni işten attırıyorlar. Böylece sesini kesiyorsun, üç satır bir şey yazıp veriyorsun. Bu habercilik değil. Kafası çalışan, dertlenen, işini iyi yapmak isteyen insanların da önünü kesen bir şey bu. Niteliksiz insanları sisteme sokan bir durum ve nitelik hızla aşağı doğru gidiyor. Bununla beraber hayat şartları da kötüleşiyor çünkü niteliksiz insana daha fazla değer veriliyor ve meslek değersizleşiyor. Ankara’sıyla ve İstanbul’uyla böyle bir özet var. 

Ankara işinde İstanbul şovunda diye düşünmüştüm ben, siz iyi özetlediniz. Ben de iki yılımı Ankara’da geçirdim ve İstanbul’a gelince fark ettim İstanbul’da ilişkinin geçer akçe olduğunu. Sonra yeteneklerinizi sorgular hâle geliyorsunuz. Bence depresyonda pek çok gazetecinin bir süre Ankara’ya gitmesi gerekir. 

Doğru ama ben bugünkü şartlarda öyle bir şey katkı sağlar mı emin değilim. 

Ben de buraya gelmek isterim; bu bir dengesizlik de aynı zamanda, dengenin yok olması daha doğrusu. Bu denge yerine gelir mi? İktidarın değişmesi bunu düzeltir mi?

Kolay değil, benim orada birtakım kaygılarım var. Çünkü işin kimyası bozuldu. Diyelim ki iktidar değişti, her şey sihirli değnek değmiş gibi biraz daha iyiye, güzele doğru gidecek gibi bir beklenti bana göre naiflik, çünkü olmaz o. Gelen iktidar da siyasi bir yapı ve her ne kadar demokrasi ve özgürlüğü ön plana çıkarsa da söylemde, özellikle bugünkü alışkanlıkların bir bölümünü kullanmak isteyecektir. Burada önemli olan, gazetecinin duruşu. Ama o duruş da kaybolduğu için bu zaman alacaktır diye düşünüyorum. Tek bir avantaj görüyorum, özellikle seçim sonuçlarına ilişkin, eğer muhalefet kazanırsa -iktidar kazanırsa unut gitsin de- çok parçalı bir yapı olacak. O yapı birbirini denetleyen gazeteci gruplarını da oluşturacak. Bu aynı zamanda gazetecilik yapmayı da beraberinde getirecek. Bu, normalleşmeyi hızlandırabilecek bir şey. Şimdi tek başına bir parti gelseydi iktidara Türkiye’de, bu bence süreci daha da uzatırdı ama bugün iktidar değişimi Türkiye’de medyanın da gazetecilerin de ilerlemesi için uygun bir zemin yaratacak. 

Bu parçalı yapı perspektifi bence kıymetli. İnsanlar bunun dengesiz bir şey olduğu görüşünde olsa da demokrasiden uzaklaşıldığı için de insanlar bunu böyle görme eğilimindeler. 

Evet, uzlaşma yok, demokrasi yok, talimat var. Bu bir yönetim biçimi değil ki! Biz küçücük ofiste 10-15 kişi çalışıyoruz ve yine fikir alıyoruz insanlardan doğruyu yapmak için. Her şeyi doğru bilme ihtimali olabilir mi bir kişinin? Ama sistem onu getirdiğinden değişse de aynısı gelir, değişmez yani. Düşünsene siyasetçisin, bir şey yaptığını düşünüyorsun ve senin de gücün çok büyük. “Ne konuşuyorsun kardeşim” diye tepesine binersin, binerler yani. Mesele süreci denetlenebilir kılmak. O yüzden parçalı yapı bir avantaj olacak ve kişiler birbirini denetleyecek. Olursa böyle bir şeyden çıkar bu demokrasi de önümüzdeki dönemde. 

Gazete Pencere’yi sormak isterim, kariyerinizde mesleğinizi yapmaya dair inadınızı da. Nasıl gidiyor? Oturdu mu taşlar yerine?

Dört yıl oldu. Zor bir şey tabii.

Dijitale alışıyor mu Türkiye? Bu sebeple soruyorum.

O da bir arayışın sonucu. Türkiye’de biliyorsunuz en ucuz şey haber. Para verilmez habere ve komşudan, bakkaldan, her yerden alınır. Gazeteciliğe bi toplum/kamu hizmetiymiş gibi bakılır. Hâlbuki gazeteciler de yiyor, içiyor, tatile gidiyor, bir şey yapıyor. Bunu anlamaz izleyici genelde, para da vermez gazete işine. Biz bu işe başlarken de bize çok uyarı yapıldı. “İnternette var zaten ya da Twitter’da akıyor, sana neden para versin?” diye. Ben de insanların haber almaya hep ihtiyaç duyacağını anlattım. Her yerde haber akıyor, gidiyor ama insanın bir yerde tüm fotoğrafı görmesi lazım. Ana haberde bunu buluyor. Bunun yazılı hâlini çıkarırsak bir ihtiyacı karşılayacağı fikriyle yola çıktığımız bir yol bu. Fena da gelmedi insanlara. Abone sayımız beş bine yakın. Hedefimiz doğal olarak daha fazlaydı ve onun altında kaldık ama birçok insan büyük başarı olarak görüyor, ben ise hedefin gerisinde olduğumuz için üzülüyorum. Abonelik ve reklam gelirlerimiz var bizi idare eden. Geçmişte reklam da çok zordu ama şimdi siyasi duruma tepki olarak burası da görülebiliyor ve böylece bir şekilde kafamızı suyun üzerinde tutuyoruz. İnternet sitemiz de kapalıydı ve sadece aboneler geliyordu. Şimdi gazetenin haber sitesini yapıyoruz. Önümüzdeki günlerde açılmış olacak. Böylece toparlarsam, benim şansım oldu siyaset alanının daralması.


*Bu söyleşi 30 Mart 2023 tarihinde yapılmıştır.


Bu serinin diğer bölümleri:

Gazetecilikten Meclis’e I: “Gazeteciliğin tadı ne mecliste vardı ne de sivil toplumda”

Gazetecilikten Meclis’e II: “Meclis’te çalışmak hem şans hem şanssızlık”

Gazetecilikten Meclis’e III: “Gazetecilik yapacaksan yolun Meclis’ten geçmeli”

Gazetecilikten Meclis’e IV: “Asıl gazetecilik iktidar gittiğinde başlayacak”

Ankara’dan İstanbul’a VII: “CNN’deki son iki senemde kâbuslarla uyanıyordum”

Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
İlginizi çekebilir