Okar: “Hikâyesini anlattığımız insanlarla ve olaylarla ilişkilerimiz daha organik”

Geçen yaz NewsLabTurkey Kuluçka Programı’nda uzaktan tanıştım kendisiyle. Zoom’daki ilk oturumlarda herkes kendini ve projesini anlatıyordu; onu dinlerken “En iyisini o yapmış aslında ya” diye düşünüp hayıflanmamak elde değildi: Baha Okar, İstanbul’un hayhuyundan uzaklaşıp Seferihisar’da bir dergi kurmuş, kurduğu yetmemiş tutturmuş, tutturduğu da yetmemiş e-ticarete yöneliyordu. Allah nazarlardan saklasın ama nasıl oluyordu bu? 

Seferihisar, her şeyi bırakıp İstanbul’dan kaçmak isteyenlerin listesinde olan bir yavaş şehir. Oysa dergicilik her yerde zor, buna bir de yerelden başlamak iyice zorlaştırıyor. Ama bu sadece “Zorlukları nasıl aştım?” konseptli bir motivasyon yazısı değil, çünkü dezavantajlar kadar -değerlendirmeyi bilene- avantajlar, fırsatlar da var. Başta sadece üç aylık bir dergi olan Seferi Keçi şimdi dijitalde: YouTube’da yayın yapıyor, podcast üretiyor; konuştuğumuz topluluk hikâyesini Kültürevi ve dernek ile gerçekleştirmiş; üstelik kendi pazarını, Kooperatif Bakkalı kurmuş durumda.

Baha Okar’la Seferi Keçi’nin hikâyesini, Seferihisar yolculuğunun başından alıp artısıyla eksisiyle konuştuk.

İstanbul’dan Seferihisar’a yerleştiniz ve bir dergi çıkardınız. Seferi Keçi nasıl başladı? 

Seferihisar’a 2015’te taşındık, Seferi Keçi’nin hikâyesi de böyle başladı. Bu kararı aldığımızda kızımız Pia daha bir yaşına gelmemişti. İstanbul’un koşturmacası içinde bir yandan yaşamaya çalışırken bir yandan ona zaman ayırmak zor olacak diye düşünerek, biraz apar topar, çok da uzun uzadıya düşünmeden buraya yerleştik. Sonuçta tutturamazsak başka bir yere gideriz diye düşündük. Ama sanırım tutturduk, hatta biraz biraz kök salıyoruz artık. Bunda Seferi Keçi’nin büyük bir rolü oldu tabii.

Seferi Keçi’nin nasıl başladığına gelirsek… Benim mesleğim yayıncılık. İstanbul’da çok uzun süre boyunca dergicilik yaptım. Editoryal süreçlerinden baskısına, dağıtımına kadar her yönüyle iyi kötü bildiğim bir iş. Seferihisar’daki ikinci yılımızda burada yerel bir gazete çıkarmaya niyetlenen arkadaşlar “Sen bu işlerde tecrübelisin” diyerek beni de katmaya çalıştılar. Ama yerel gazetecilik çok zor ve gerilimli bir iş ve açıkçası ben de İstanbul’dan Seferihisar’a böyle bir gerilim yaşamaya gelmemiştim. Bu arkadaşlara yerel bir gazetenin zorluklarını ve olmazlarını anlatırken, benim kafamda “Aslında Seferihisar’dan çok güzel bir kültür-yaşam dergisi çıkar” düşüncesi oluştu.

Seferihisar’da anlatılacak çok hikâye var. Muazzam bir doğal ve tarihsel zenginliğe sahip. Geç keşfedilen ve kaçınılmaz olarak hızla büyüyen bir kent. Ama öte yandan Türkiye’nin ilk “citta slow”u ve bu önlenemez büyümeyle kentin tarihsel, kültürel özgünlüklerini koruma kaygısı arasında bir gerilim doğmuş. Şimdilerde oldukça yaygınlaşan ama o zamanlar ilk örneklerini Seferihisar’da gördüğümüz ya da burada özellikle öne çıkarılan bazı girişimler var. Mesela kadınların üretimde, sosyal hayatta daha ön plana çıkması için yerel pazarlar, kooperatifler; atalık tohumların korunması ve yaygınlaştırılması için tohum takas şenlikleri, tohum bankaları ya da bir çocuk belediyesi… Buralardan da çok zengin ve merak uyandıran hikâyeler doğmuş. Ayrıca Seferihisar bizim gibi büyük şehirlerden bunalmış insanlar için bir cazibe merkezi ve dolayısıyla kentte dışarıdan gelen insanların da katılımıyla çok renkli ve değişik alanlarda birikimlere sahip bir nüfus oluşmuş. Bütün bu zenginlik aynı zamanda bir gerilimi de beraberinde getirmiş ve biliyorsunuz, iyi hikâyeler gerilimlerden doğar. Sonuçta bu hikâyeleri anlatacak, anlatılmasına aracılık edecek bir kültür yaşam dergisi için Seferihisar’da çok zengin bir malzeme olduğunu hissettim. Bu hikâyelere ilgi gösterecek, okumak, dinlemek isteyecek bir kitlenin hem Seferihisar’da hem de büyük kentlerde var olduğunu bildiğim için, kolları sıvayıp bir dergi çıkarmaya giriştim. Sonuçta o arkadaşlar gazeteyi çıkaramadılar ama 2017 yılında Seferi Keçi çıktı.

Nasıl karşılandı dergi?

Dergi hem Seferihisar’da hem dışarıda çok beğenildi. Seferi Keçi’yi yarı yerel yarı ulusal bir dergi diye tarif etmiştim. Sonuçta en yerel gündemi bile genel, evrensel bir bakışla düşünmek, böyle anlatmak şansına sahipsiniz. Seferihisar’daki bir çevre sorununun iklim kriziyle, üretici bir kadının önündeki zorluklara rağmen başarısının toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle apaçık bir bağı var. Bu türden sorunlara buralardan üretilen cevaplar başka yerlere ilham kaynağı olabilir. Buradan doğan hikâyeler buraya sıkışmayan bir bakışla anlatılabilir. Böyle hikâyeleri aktarırken bu bağlara işaret edip etmemek yayıncı olarak size kalmış. Ben de böyle yapmaya çalıştım ve Seferi Keçi’yi özgün kılan biraz bu oldu belki. Vitrin biraz zengin olsun diyerek ilk sayılarda dışarıdan, İstanbul’dan tanıdığım yazar ve gazetecilerden yazılara da daha fazla yer vermeye çalıştım. Bunların da etkisiyle herhalde, beğenilen, Seferihisar’da okur yazarından yerel yönetimine, işletmelerine kadar takdir edilen, kıymet verilen bir dergi oldu.

En zorlandığım kısım, tabii ki dağıtım. Dergi yayıncılığının en zor kısmı bu. Büyük dağıtım şirketleriyle çalışamadığım için zincir mağazalara ve marketlere girmedi Seferi Keçi. Ben de kendime göre bir dağıtım ağı kurdum. Büyük illerde bildiğim kitabevlerine kendim gönderdim. İzmir’de kendim dağıttım. Seferihisar’da kafelerden pansiyonlara, bir satış ve dağıtım ağı kurdum. Sonuçta çok kişiye ulaşmasını sağladım ve ortalıkta görünen bir dergi oldu. Pandemi döneminde bu dağıtım ağı çok sarsıldı tabii. Şimdilerde bunu yeniden nasıl örgütleyeceğimiz üzerine kafa yoruyorum.

Başlarda zorlandığım bir başka şey de tek başına olmamdı. Röportajlar, düzeltiler, mizanpaj, websitesi, hepsiyle kendim uğraştım. Şikâyet ettiğim şey bir iş yükü değil ama. Başka bir gözün, başka bir elin varlığı çok besleyici bir şey. Aslında işi keyifli hâle getiren de bu. Başlarda bu da bir yoksunluktu dergi için. Ama sonuçta zaman içinde katkı yapmak, katılmak isteyen arkadaşlar oldu ve giderek bir ekip gibi olduk. Şimdi Candemir Basan’la birlikte mutfakta iki kişiyiz. Onun dahil olmasıyla video da üretmeye başladık. Bir YouTube kanalı açtık ve kısa video röportajlar yaptık. Şimdilerde yavaş yavaş podcast yayınına başladık. 

Seferi Keçi’nin kapağında da yer alan mottosu “Yaşamı savunmakta inatçı”. Ne demek bu, Seferi Keçi’nin meselesi nedir? 

Bu çok basit bir şey aslında. Geçtiğimiz günlerde sevgili Bülent Şık’ın Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikâyeler‘ini okudum. Yeryüzündeki her canlı için yaşamın, dünya üzerinde kendi türünden olan ya da olmayan, organik ya da inorganik tüm varlıklara nasıl kopmaz bağlarla bağlı olduğunu öyle güzel anlatıyor ki. Kendimizden konuşursak, bu yaşam dediğimiz insanın insanla, kurtla kuşla, ağaçla tohumla, dağla taşla, havayla suyla ve tabii geçmişle ve gelecekle olan bağları aslında. Seferi Keçi’nin meselesi bu bağları savunmak. Ama her şey gibi bu bağların da paraya tahvil edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Yaşamak deyince sadece nefes alıp verdiğimize, bu bağlara zarar vermek pahasına karnımızı doyurduğumuza şükrediyoruz. 

Bunu kitaplar yazarak da anlatabilirsiniz ama Seferihisar’ın Orhanlı köyünde bir köylüye “bu JES’lere neden karşısınız?” diye sorarsanız, o da birkaç cümleyle özetleyecektir. Çünkü yüzyıllardır süren kadim bir yaşam biçimi var orada. Doğayla uyumlu, kendisini doğal döngünün bir parçası olarak gören ve rızkını da bu döngünün içinden çıkaran bir yaşam bu. Bunu savunmakta inatçılar. Seferi Keçi’nin meselesi de inat etmek, inat edenlerin bu cümlesinin aktarılmasına, duyulmasına aracılık etmek. 

Sanayileşme yüzünden yok olan zanaatı yaşatan bir usta, az kazanayım ama toprağa da insana da zarar vermeyeyim diye tarlasına zehir atmayan bir çiftçi, kooperatiflerde gücünü birleştirip ayakta kalan bir üretici, kocasının ailesinin baskısına rağmen hayatta üreterek öne çıkan bir kadın, sağlıklı gıdaya ulaşma hakkı için topluluklarda örgütlenmiş bir yurttaş… Seferi Keçi’nin meselesi de onların meselesini mümkün olduğunca onların dilinden anlatmak, aktarmak. 

Seferi Keçi esas olarak bir dergi ve dijital yayın ama bir kooperatif bakkalı da var, e-ticaret de yapıyor. Öte yandan etrafında oluşmuş bir topluluk da var gibi. Seferi Keçi’yi tam olarak nasıl tarif edebiliriz? 

Şimdi sen sorunca düşündüm bunun çok özlü bir tarifi var mı diye ama baştan tasarlanmış, ince ince planlanmış bir şey olmadığı için belki, öyle çat diye söyleyebileceğim net bir tarifi yok. Sanki şemsiye gibi bir şey oluyor yavaş yavaş, böyle söyleyebilirim. 

Biraz ihtiyaçlara göre kervan yolda düzülür diyerek gidiyor. Seferihisar’da dergiyi beğenen ve demin anlattığım meselesini önemseyen insanlar var tabii. Bu insanlarla bir araya gelmenin güzel olacağı düşüncesiyle bir kültürevi açtık. Bu, derginin de içeriğini zenginleştirir diye düşündük. Ama böyle bir yeri dergi üzerinden finanse etmek mümkün değil. Kültürevinin bünyesinde hem Seferi Keçi’ye uygun ek bir ekonomik faaliyet olsun hem de belki üreticiye ve tüketiciye bir faydamız dokunur diye, sadece güvendiğimiz kooperatiflerin ve yerel üreticilerin ürünlerine yer verdiğimiz, endüstriyel ürünleri sokmadığımız bir kooperatif bakkalı açtık. Kısa bir süre önce de “KEÇİ Kültür, Ekoloji, Çevre ve İletişim Derneği”ni kurduk.

Kooperatiflerle nasıl bir ilişkiniz var?

Biz küçük insanlarız. Düşünce dünyamızın, duygu dünyamızın büyük ya da küçük olmasından ayrı bir şey bu. Bizim gibi insanların ekonomik olarak, siyasal ya da toplumsal olarak bırakın bir şeyleri değiştirmeyi ayakta kalması bile zor tek başına. Yan yana olmak zorundayız ve kooperatifler görece eşitlikçi yapısıyla en uygun örgütsel formu bunun. Bu yüzden kooperatiflerin varlığını çok önemsiyor, onların meselesini de kendi meselemiz olarak görüyoruz. Seferihisar’da önceki belediye başkanı zamanından beri kooperatifler çok önemseniyor ve teşvik ediliyor. İzmir’de de çok köklü bir kooperatif geleneği var. Biz dergi için yaptığımız röportajlar sırasında İzmir’deki kooperatiflerle tanıştık. İzmir’de köy kooperatiflerinin 1960’larda ortaya çıkışını anlatan bir belgesel hazırladık. Bu sayede bu bağlarımız pekişti. Kooperatiflerin meselesini de kendi meselelerimiz arasında görüyoruz.

Yeniden yayın faaliyetinize dönersek büyük gazeteler sayfa sayılarını azaltır veya kapanırken, dergiler iyice ortalıktan çekilmişken basılı dergi neden?

Aslında böylesine alıştığımız için başladık ve şimdilerde de kuyruğu dik tutmak adına sürdürüyoruz. Yoksa sahiden sürdürülebilir bir şey değil. Dediğim gibi pandemi sırasında dağıtım imkânları tümüyle ortadan kalktı. Ekonomik bir çöküşe doğru gidiyoruz, basılı bir yayının kâğıt, matbaa gibi maliyetleri inanılmaz arttı. Öte yanda da insanlar için zorunlu ihtiyaçları dışındaki tüm giderler, sadece bir kitap ya da dergi almak değil, sinemaya tiyatroya gitmek gibi şeyler ekonomik olarak yük hâline gelmeye başladı.

Bizim şöyle avantajlarımız var. Gönüllü çalışıyoruz. Asgari giderlerimizi karşılamak dışında bir beklentimiz yok. Gelir kaynaklarımızı yaptığımız için ruhuna uygun şekilde çeşitlendirmeye çalışıyoruz. Bu şekilde derginin maliyetini karşılayabildiğimiz sürece çıkarmaya devam ederiz sanırım. Çünkü seviyoruz, okurlarımız da seviyor. Öte yandan basılı bir ürün aynı zamanda bir ciddiyet ve prestij kaynağı.

Geçmişte İstanbul’da ulusal ölçekte yayın yapan dergilerde çalışmış birisiniz, şimdi yerelden yayın yapıyorsunuz. Nasıl farklar var?

Hikâyesini anlattığımız insanlarla ve olaylarla ilişkilerimiz daha organik. Gözümüzün önünde yaşanıyor, öncesine ve sonrasına şahit oluyoruz. Bu tabii gazetecilik etiği açısından, haberle haberci arasındaki mesafeyi kurmayı zorlaştırıyor ama bizim yaptığımız türden bir yayıncılık için bu daha kabul edilebilir sanırım. Bizim yayıncılığımızda hikâye anlatıcılığı ağır basıyor. Yani bir kültür yaşam dergisi değil de haberciliğin ağır bastığı ve biraz da siyasi tavrı olan bir yayın olsaydık daha zor olurdu sanırım. İnsanlar böyle yayınlarda kendi anlık şikâyetlerini, ihtiyaçlarını, beklentilerini görmek istiyorlar. Bu da çoğunlukla öznel olabiliyor. 

Yerelde yayın çıkarmanın İstanbul’dan, Ankara’dan görmediğimiz fırsatları var mı?

Var tabii, zorluklar da avantajlar da bu yakın ilişkilerden doğuyor aslında. Mesela reklam verenler açısından. Ulusal bir yayının önünde daha geniş bir reklam veren havuzu var belki. Ama rekabet çok daha büyük. Yerelde ise yüz yüze ilişkilerle sürdürme şansına sahipsiniz bunu. Derginin meselesini bilen, buna yakın hisseden ya da bölgenin kültür yaşantısına olan katkısını anlamlı bulan ve bu yüzden reklam vererek destekleyen işletmeler olabiliyor örneğin. Yerel yönetim de aynı şekilde reklam verebiliyor. Bu açıdan İstanbul’da yayınlanan bir dergiden daha çeşitli avantajlara sahip yerel bir yayın. 

Okuyucudan hızlı ve yüz yüze geri dönüşler alabilmek de başka bir avantaj tabii. Buralardan doğan tanışıklıklar sayesinde dergiye katkı yapanlar arttı. Bunu da yerel olmaya borçluyuz.

Seferi Keçi nasıl ilerleyecek? Bundan sonraki hedefleriniz, planlarınız neler?

Kısa zaman öncesine kadar tüm yayın faaliyetimiz basılı dergi merkezli yürüyordu. Bir websitemiz vardı ama sadece derginin içeriğini paylaştığımız, dergi çıktıkça güncellenen bir websitesiydi. Şimdi daha dinamik bir websitesi olsun, basılı dergiyi de üç ayda bir orada biriken içerikten hazırlayalım diye düşünüyoruz. Video ve podcast üretimi bizim için yeni sayılabilecek alanlar. Buralarda kendimizi geliştirmek istiyoruz. Kültürevi ve dernek çalışmalarıyla yayın faaliyetini birbirini daha iyi besleyecek bir şekilde organize etmek gibi bir düşüncemiz var. 

Bir-iki yıldır derginin beslendiği ve içerisinden seslendiği ölçeği, Seferihisar’dan İzmir’in tüm çevre ilçelerine doğru genişletmeye yönelmiştik. İzmir’in taşrasının yayını gibi yani. Dergiyi takip eden çok okurumuz var İzmir’in çeşitli ilçelerinde. Bu ağı dergiyi içerik olarak da besleyecek biçimde genişletip organize edebilirsek güzel olur. Gönlümüzden geçenler bunlar.

Yazar hakkında

Canberk Beygova

1990, Kadıköy doğumlu. İstanbul Erkek Lisesi ve Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü'nü bitirdi; çeşitli medya kuruluşlarında yazar ve editör olarak çalıştı. İlk kitabı "Taş Atan Çocuklar Büyüdü, Anlatıyor: Benim Türk Arkadaşlarım Da Var" Mart 2016'da yayımlandı. Serbest yazar ve iletişim danışmanı.