Abdula: “Her şey, her yer mecra ve artık mecra seçiminin kendisi de mesaj”

“Mecramı nasıl büyütebilirim?” Hemen her yayıncının sürekli aklında olan, cevaplaması kolay bir soru bu; uygulaması da bir o kadar zor. Hedef kitleyi iyi analiz etmek, genişletmek, mümkünse farklı hedef kitlelere konuşmak gerekiyor; peki ama nasıl? Diyelim bir şekilde başardık, kanallarımız ticarileşmeye başladı; bu sefer bunu hedef kitlemize nasıl anlatacağız? Sorular cevaplandıkça yeni sorular doğuruyor.

Serimizin bu haftaki konuğu, işi sorular sormak ve cevaplamak olan bir isim. Portföyünde 450’den fazla marka bulunduran araştırma şirketi Future Bright Group Kurucu Ortağı Akan Abdula, pazarlama ve reklam alanında pek çok markaya danışmanlık veriyor.

Akan Abdula ile algoritmaların kontrolünde nereye gittiğimizi Yugoslavya’da geçen çocukluğuyla bağlayarak anlattığı ve geçen ay 6. baskısını yapan kitabı Öngörülemeyenler’den gazetecilik ve reklam/pazarlama ilişkisinin geleceğine pek çok konuyu ele aldık. 

Abdula Türkiye’nin içinde bulunduğu süreçle yüzleşeceğinden emin ve dijitalde yayın yapan gazetecilere ise büyük iş düştüğünü düşünüyor. 

Teknolojinin sunduğu imkânlar çok fazla mecra doğmasına neden oldu, iş de çok dönüştü. Eskiden haberci bir tarafta, reklam satışçı bir taraftaydı; reklam dünyası da bugünkü kadar ölçümleme yapamıyordu, belki de böyle bir dert bugünkü kadar yoktu. Şimdi bir sürü ölçüm, bir sürü site ve sosyal medya ile, içindeki ünlüler ile parçalanmış bir yapı var. Bu parçalanmışlığın neticesi olarak ortak konular da azalıyor; Hürriyet’in bugünkü manşetinden benim haberim yok. Bu nasıl bir dönüşüme yol açtı, son 15-20 senede neler yaşadık? 

Mecra sayısı artıyor; her şey, her yer mecra ve artık mecra seçiminin kendisi de mesaj. Eskiden biz mesajı mecraya enjekte ederdik, şimdi anlıyoruz ki seçtiğimiz mecra bile çok önemli bir mesaj. Özellikle Türkiye’de çok daha önemli, çünkü biraz polarize edilmiş bir toplum var ve kanalların seçimine göre de bir tutum, bir tavır bildiriyorsunuz. Mesajı iletme yolu anlamında söylüyorum, kanallar da her yerde; sürekli arttığını da görüyorum. Ama şunu da görüyorum, polarize ve tabakalaşmış bu toplum, bu mecralardaki ayrışmayı da tetikliyor. Herkes kendi kanalında, zaten polarize olmuş, kendi yankı odasında, kendi dijital mecrasında yaşıyor. Türkiye’de dokuz hayat tarzı arasında bir geçişkenlik olmadığını, çok az ortak kanal takip ettiğimizi, hepimizin bir yankı odasında yaşadığımızı ve hepimizin yankı odasını destekleyecek mecra ve kanallara sahip olduğumuzu net bir şekilde görüyorum. Bu da kanallarda da bir yankı odası oluşmasına ve oradaki şu hayat tarzı şu kişileri takip ederken şu mecralarda yer almasına neden oluyor. O mecralar kendi içlerinde de çoğalmaya başlıyorlar. O mecraların içine girdikçe, daha aşağı ve daha derine indikçe daha da yankı odasına girme ve bir daha burada ne olduğunu, ne bittiğini, karşı tarafın fikri nedir, nasıldır, onu da bir duyayım merakının çok kalktığını düşünüyorum. Nasıl hayat tarzlarındaki geçişkenlik azalıyorsa öyle mecralar arasındaki bir geçişkenliğin de azaldığını düşünüyorum. Artık herkes kendi kanalında, herkes kendi mecrasında; herkes kendi gazetecisinden fikir alıyor ve karşı tarafı hiç görmediğini düşünüyorum.

Unsplash

Bu eskiden daha mı farklıydı?

Hayat tarzı anlamında konuşuyorsak değildi ama mecbur kalıyorduk bir araya gelmeye. Amiral gemiler vardı eskiden. Ne kadar amiral bir gemiydi o zaman, o da tartışılır ama vardı. O amiral gemi hemfikir olmasak da hepimizin, bir buçuk milyonlar, iki milyonlar satış yaptığı için buluştuğu yerdi. Herkes o amiral geminin manşetini bilirdi. Katılıyorduk veya katılmıyorduk, anlaşıyorduk veya anlaşmıyorduk, alkışlıyorduk veya parmak sallıyorduk ama oradaydık. Çünkü mecra sayıları daha azdı ve çoğaltma şansı yoktu. Dijital dünyada bir yankı odasına girdiğin zaman çoğalıyor. Bir tane gazetecinin peşine düşüyorsun, sonra onun gibi düşünen ikinci gazeteci geliyor, sistem atıyor zaten sana. Aynı fikirde olan insanları sıralıyor, dolayısıyla sen ait olduğun o hayat tarzının sahip olduğu fikre bir kere girdiğinde, o fikri derinleştirmek ve düşündüğün şeyi desteklemek için, ne kadar haklı olduğunu desteklemek için sistem elinden gelen her şeyi yapıyor. Algoritma alttan alıyor seni, yüzeysel olarak düşündüğün şeyi derinleştiriyor. Bir kişi daha, bir kişi daha, bir mecra daha diye diye çok haklı olduğun bir dünyaya doğru geliyorsun. Eskiden böyle bir çoğalma ve derinleşme olmadığı için, katılırız veya katılmayız, kızarız veya alkışlarız ama o amiral gemide buluşuyorduk; onun için böyle ortaklaşa tartışabileceğimiz konular da vardı, şimdi ortaklaşa kavga edeceğimiz konular var. 

Bu kümelerin içine girmek insanlar açısından konforlu değil mi?

Tamamıyla öyle, çok konforlu ama doğru mu, tartışırız. Tartışmak, farklı fikirlerin peşine düşmek konfor alanını kıran bir şey. Ama duygusal zekâyı da besleyen bir şey. Duygusal zekâyı beslemek konforlu bir şey değildir, çünkü içini kazımak vardır duygusal zekâda, farklı fikri dinlemek vardır. Duygusal zekâ konfor alanını kırdıkça, konfor alanının dışına çıktıkça zenginleşir. Bu sistem tamamıyla konfor alanı. Zaten “Kendin gibi düşünenlerle bir aradaysan mutlu oluyorsun, mutlu oluyorsan daha çok tüketiyorsun, daha çok harcıyorsun” diye özetlenebilecek bir beyin zaafı üzerinden çalışıyorlar.

Kitapta da onu anlatmıştım, bu algoritmaları biz yarattık. Önce biz yüz yıl boyunca insan zaaflarını öğrenmeye çalıştık, pazarlamadan bahsediyorum. Sonra insan zaaflarını öğrendik, bunun için de psikolojiyi epey kullandık. Dijital dünya sosyalleşmeye karar verdiğinde, sosyal medyanın içine bu know-how dediğimiz bilgiyi taşıdılar. Bizim bilgimiz bu. Bu bilginin temelinde insan zaafları, beynin kusurları var. Algoritmaların içine insan zaaflarını yedirdiğin zaman o da sürekli bugün insan zaaflarından yararlanıyor.

Peki bu ne kadar insan için bir mesele?

İnanılmaz bir konfor alanı, sığındığın dünyada herkes senin gibi, sen hep haklısın, hep çok beğeniliyorsun ve hep çok alkışlanıyorsun ama o konfor alanı seni besliyor mu, duygusal zekâna bir şey katıyor mu, fikriyatını zenginleştiriyor mu, onlar büyük soru işaretidir.

O süreci anlatırken insan zihninden pay kapma yarışı diye bahsediyorsunuz.

Öyle, eskiden cüzdandan pay kapmak önemliydi, sonra anladık o yalanmış. Daha büyük bir şey varmış hedef olarak, zihin. Çünkü zihin payı almaya başladığın zaman mesele tüketimden çıkıyor, daha büyük yerlere doğru gidiyor. Artık biz algoritma dediğimiz zaman sadece tüketimi konuşmuyoruz ki, işin büyük bir kısmı tabii ki kapitalizm ve tüketim ama bugün Trump bir önceki seçimi algoritma sayesinde mi kazandı, gerçekten mi seçmen sayesinde kazandı diye konuşuyoruz. Algoritma dünyasının artık sadece tüketimle ilgisi olmadığı çok net. Resim birazcık daha büyük bir yere doğru gidiyor.

İnsan zihninden pay kapma yarışında insanların büyük çoğunluğu kurban ama artık en sıradan insanın bile bu yarışa girmek için bir şansı var. 

Eğer dijitalden uzak duralım, dijitalin içine girmeyelim gibi bir algı yaratıyorsam, bu hiç benim hedeflediğim bir algı değil. Tabii ki her şey dijitalde, tabii ki dijital bazı şeyleri demokratikleştiriyor, tabii ki dijital daha bugüne kadar hiç görülmeyen kitlelerin görülmesini sağlıyor. Mesela TikTok’ta 8 milyon kişi içerik yaratıyor, 30 milyon kişi izliyor. 30 milyon kişinin ilgisini çekmiş bir 8 milyon kişi var. Peki kim bu 8 milyon? Bekir Ağırdır’ın mahallenin öfkeli gençleri dediği kitle, bugüne kadar hiç görülmüyorlardı, yoklardı. Ama oradaydılar, 8 milyon kişi oradaydı. Kendilerine ne Twitter’da yer bulabildiler ne Instagram’da. Instagram’da yer bulamadılar, çünkü gösterecek bir hayatları yoktu, çünkü Instagram dünyanın en fake şeyi Türkiye’de, olmayan şeyi gösterme yeri.

Her yerde öyle aslında.

Öyle tabii ama Twitter da zekâ gösterme yeriydi. Orayı da fake buluyorlardı, çünkü orası da fazla saldırgandı. Kendilerine ait, benzerleriyle birlikte olacakları bir mecra aradılar; TikTok yardımlarına koştu. TikTok bugüne kadar görmediğimiz bir kitlenin yaratıcılığını ortaya koydu. Dolayısıyla dijitalleşmenin bir demokratikleştirme yarattığı, bir yaratıcılık alanı yarattığı kesin. Ama bunu insancıl hedeflerle yapmıyor tabii ki, data için yapıyor. Ne kadar yaratırsan o kadar data veriyorsun, ne kadar data veriyorsan da o kadar yönlendirilme ihtimalin var. 

Sadece yaratıcılık açısından söylemedim. Mesela şu an bir ürün satmaya kalksak Shopify’dan dükkân açabiliriz. Herkes zihinden pay, cüzdandan para kapabiliyor.

Katılıyorum. Ticareti de bu anlamda demokratikleştirdi ama unutmamak lazım; entegratörler var arkada, Getir’inden Hepsiburada’ya, Trendyol’una. Orada da devler var. Sistemin içine daha kolay girme, daha kolay ticaret yapma alanı oluşturuluyor ama yukarıdaki devler de çok ciddi şekilde veri işliyorlar. Onlar da veri işlerinin peşindeler.

Medya üreticisiyle medya tüketicisi arasındaki ilişki ciddi anlamda dönüştü. Medya üreticilerinin, iletişim sektöründekilerin kendi aralarındaki ilişki nasıl dönüştü? 

En basitinden başlayalım. Herkes YouTuber oldu ve herkes kendi mecrasını kurdu, eskinin Hürriyet Gazetesi’nin eski gazetecileri YouTuber oldular. Bana kalırsa YouTuber olmadan önce iletişimin gerçekten ne olduğunu bilmiyorlardı, bildiklerini zannediyorlardı. Mecranın darlığından ve bazı mecraların tek olmasından dolayı ülkede söyledikleri her şey bir şekilde gündem oluyordu, takip ediliyordu. Ama gerçek iletişim miydi o? Bence değildi. Tek yönlüydü. YouTube kanallarını kurmakla birlikte bu medyadaki isimler iletişimi de öğrenmeye başladılar. Veri işleyen büyükleri konuşuyoruz ama o arkadaşlar da şu an veri işliyorlar. YouTube kanallarını takip ediyorlar, kim gelmiş, ne yorum yapmış diye. Dolayısıyla okurlarıyla ilk defa bir etkileşim içine girdiler, ilk defa iletişim kurdular, ilk defa yorumlara cevap verdiler. Bazen kızdılar, bazen nazik cevap verdiler, önemli değil. Önemli olan, iletişimin ne olduğunu görmeye başladılar. Ama bilim tarafını hâlâ görmüş değiller. Zamanla rakamlara bakıp iletişimden işin bilim tarafına geçiş gerekecek. Bugün 250-300 bin aboneleri olanlar var YouTube’da, yarın milyonlar olacak. O zaman çok büyük mecralar hâline geliyorlar, o zaman işin içine bilim girmeye başlıyor, çünkü bu kanallar markaların dikkatini çekecekler. Sonra bir anda, mesela Nevşin Mengü aynı zamanda mecra olacak, o mecrayı kullanmak isteyenler masaya koyduğu üründen giydiği tişörtüne kadar her şey mesaj hâline gelecek. O zaman bilim önemli hâle gelecek. Bana kalırsa hâlâ o aşamaya dair bir şey yapmıyorlar ama o aşamaya gelmek zorunda kalacaklar, çünkü bir milyonluk mecra bilimle yönetilir. 

Ama bir milyonluk da çok fazla mecra var. 

Öyle ama mikroinfluencer dünyasının da yükselişte olduğunu görüyoruz. Kitlesel mecraların güvenilirliğinin azaldığını, daha mikro ölçekte mecraların da güvenilirliğinin arttığını düşünüyoruz. Dolayısıyla bir tane önüne ürün koyduğu zaman, daha güvenilir algılanıyor, ürünlerin de güvenilirliği artıyor. Televizyon hâlâ çok değerli, ama televizyonun kredibilitesi ve güvenilirliği şu saatten sonra çok fazla artmayacak. Mikro dediğimiz influencerlar, çok da mikro değiller, gelecekte milyonlardan bahsediyoruz; şu anda yüz elli, iki yüz binlerdeler. Bunların her zaman kredibilite anlamında onları takip edecek bir kitlesi olacak. O birebir konuştuğu zaman, birebir bir şeyi tükettiği zaman direkt olarak kendi fan kitlesini etkileme kapasitesi daha yüksek o kitlesel medyadan.

Ticarileştiği zaman da böyle devam eder mi? 

Bilmiyorlar ama nasıl ticarileşeceklerini.

Yarın öbür gün ticarileştiklerinde?

Şöyle düşünelim. Örneğin şu anda bir televizyon kanalında birileri konuşuyor ve ara veriliyor. Arada otuz tane reklam geçiliyor. Otuz tane reklamın arasında hiçbirinin mecra kullanımı anlamında bir farkı yok. Bir kuşağın içindeler, üst üste geliyorlar. Bunun arkasında duran kimse yok, yani burası belli ki satılmış mecra. Ama yine Nevşin Mengü’den gidelim, yarın bir çay markasını masasına koyduğunda bu Nevşin’in çayı oluyor. Çok daha samimi oluyor. Televizyon hard sell; bir kuşağı ayırmış, üst üste bombardıman yapıyor ve anlıyorlar ki o televizyon onların hiçbirisinin arkasında durmuyor. Televizyon diyor ki “Ben sadece mecrayım, istediğini al istemediğini alma, istiyorsan inan istiyorsan inanma, ben sadece sana gösteriyorum.” Ama Nevşin o çayı içtiğinde Nevşin’in çayı oluyor. Çok daha değerli, çok daha duygusal. Nevşin’in işine inanan, o çaya da inanmaya başlıyor. Onun için mikrolar daha hard sell olmaktan daha soft sell dediğimiz, daha yumuşak satış dünyası; o kişinin hayatıyla ilgili o işe, o ürüne, o çaya o kişinin karakteri de eklenmiş oluyor; daha değerli bir yere doğru gidiyor. Markalar da bu dünyaları arıyorlar. Ama markalar bilimle iş yaparlar. Markalar için işin bütün olayı sadece iletişimi bilmek ya da etkileşim yaratmak değildir, nasıl etkileşim yarattığınız da önemlidir. O yüzden işin bilim tarafı da gelecek bu mikro kanallara.

Peki bu piyasa şartlarında bir yayıncının stratejisi ne olmalı? 

Söylemesi kolay ama yapılması zor bir şey söyleyeceğim. Nişler güzel evet ama fazla niş de bizi çok yankı odalarına boğuyor. Bahsettiğim dokuz hayat tarzının üç tanesi önemli, büyüyor. Bunlar gelir anlamında güçlü. Onları daha yatay kesen duygular üzerinden yönetmeyi, daha farklı fikirleri getirmeyi denerdim.

Bugün televizyondaki bütün rating farklı fikirlerin kavgası üzerinden üretiliyor ve bu çok yoruyor, zaten pandemide çok yorulduk. Bu kavgalı ortamı bu yarattıkları mecralara taşımak yerine birazcık farklı fikirdeki insanları da davet edip daha medeni hâlde tartıştırmak, konuşturmak, fikirleri almak; BBC’nin yatay kesen tonunu tutturmak işe yarayabilir. BBC duygusunu belirtmez, arkadaki hikâyeyi işler. Siz yine nerede durduğunu anlarsınız ama diğer tarafı da dinlersiniz. Bence buralara gitmek gerekiyor. Bu gerginlikten oluşan ratingi gerginliği azaltan bir ratinge döndürme şansları var. Çok fazla yankı odalarına kapandıklarını ve karşı tarafı pek fazla çalışmadıklarını düşünüyorum. Daha medeni bir tarafa taşıyabilirsek bu televizyonda olanları, buranın büyüyeceğini düşünüyorum.

Yaşam tarzları ve duyguları biraz daha açabilir miyiz?

Kendimin de ait olduğunu düşündüğüm, Bekir Ağırdır’ın endişeli modernler diye adlandırdığı bir kitle var; modern, geliri yüksek, eğitimi yüksek ama hayat tarzıyla ilgili bir endişesi olan bir kitle. Bütün medyadaki bu yazarların, Hürriyet dünyasından, Doğan Medya dünyasından çıkanların hepsinin temelinde bir tane kitlesi vardı, endişeli modernler. Biz ne öğrendiysek endişeli modernlerden öğrendik; ne anlattıysa bugüne kadar medya, endişeli modernler üretti. Ama şimdi bir problem var, endişeli modernler son on yılda %10,6’dan %9,4’e gerilediler. 600 bine yakın endişeli modern ortalıkta yok, 400 bini İngiltere’de. Geri kalan da zaten Batı Avrupa’da ve Amerika’da. Bu hayat tarzı küçülüyor. Ne öğrendiysek medya hakkında, içerik hakkında öğrendiğimiz ve hep konuştuğumuz kitle buydu bugüne kadar. Eski reklamcı olarak söylüyorum, hep buraya konuştuk biz, hep AB’ye konuştuk. 

Çünkü para onlarda var.

Çünkü para orada var, hayat tarzı orada var ve markalar da duruş itibariyle oraya yakın olmak, daha prestijli bir yerde durmak istedi. Peki orası küçülürken ne oldu? İkinci hedef kitle, modern muhafazakârlar. Hayat pratikleri endişeli modernlerle aynı ama bazı değerlerde farklılaşıyor; muhafazakâr değerleri daha güçlü. Kültürel etkinliklere gider, teknolojiye önem verir; bara gider içki içmez ama yemeğini yer. Bu anlamda bir muhafazakâr modern kitle var ve son on yılına bakıyoruz, iki katına çıkmış. Burası alım gücünü iki katına çıkmış. Medya anlamında baktığımızda endişeli modernler küçülüyor; buraya iletişim yap yapabildiğin kadar, her şeyi doğru yapsan da küçülen bir hedef kitleye konuşuyorsun. 

Aynı zamanda kapılmış bir hedef kitle. 

Fazla üzerine düşülmüş bir kitle ama hadi sen orada başarılı olursun diyelim diğerleri olmaz, başarılı olsan bile büyütemeyeceğin bir işten bahsediyorsun, küçülüyor çünkü. Gidip İngiltere’de iletişim yapmayacaksan küçülüyor bu kitle. Nereyle bu boşluğu dolduracaksın? İki katına çıkmış modern muhafazakârlar. Peki modern muhafazakârın en büyük motivasyonu ne? Bir, endişeli moderne benziyorlar. İki, standart atlama peşindeler ve hiçbir şekilde senin yalandan bir şey göstermenden hoşlanmıyorlar. Bana da konuş, beni de çağır; benim de fenomenlerim var, onları çağır, sor diyor bu kitle. Dolayısıyla büyüme alanı burası, büyüme alanı endişeli modern değil. O zaten kapılmış, küçülen bir kitle.

Ama bir yandan Avrupa’ya Amerika’ya göç eden bu kitlenin alım gücü Türkiye’deki insanların alım gücünden daha yüksek ve gittikleri yerde hâlâ buranın medyasına bakıyorlar. Medyascope’a Patreon’dan destek verenlerle Twitter’dan konuşmuştum, yurtdışından destek veren çok fazla kişi vardı. Bugünkü kurlarla göç etmiş endişeli modernlerin orada Medyascope’a verdiği para, on tane modern muhafazakârın vereceğinden daha değerli. 

Öyle ama finansal olarak da bakmadım olaya, sosyolojik olarak bakıyorum. Türkiye’nin problemleri var. 

Unsplash

Peki bugünün gazetecisi bu şartlarda bu problemleri nasıl çözecek?

Rakamlar geliyor, artık anlamak zorundasın. Sen buradan gelir yaratıyorsan yayıncı olarak, araştırma yapmak zorundasın. İnsanların motivasyonlarını bulmak, segmentasyonları yapmak zorundasın. Kohortları çıkartmak zorundasın, yatay kesen alanları tespit etmek zorundasın. Bunlar araştırmalarda, verilerde görünen bir şey. Araştırma ciddi bir şey, medyada görünen şaklabanlıkları bir kenara at. Türkiye’nin en büyük araştırma şirketleri, bunlardan bir tanesi de biziz, biz medyada araştırma hiç konuşmadık bugüne kadar. Eğer artık bir gelir yaratıyorsan, ciddi bir mecra hâline geldiysen işin bilim tarafına bakmak zorundasın.

Ama onların hiçbiri hiçbir zaman size müşteri olacak kapasitede değiller.

Ama sormuyorlar da. Sadece bütçesel olarak bakma lütfen. Ben onlardan bir brief geldiğini hiç görmedim. 

Brief gönderse çıkaracağınız faturayı ödeyemeyecek muhtemelen. 

Kuvvetle muhtemel, yetmeyebilir parası ama ben denediğini de görmedim hiç; şöyle bir araştırma yapabilir miyiz, burada ne görüyorsunuz, bunla ilgili ne yapabiliriz diye. Özellikle kendi YouTube kanallarını kuran, 250-300 bin kişiye erişen, ciddi bir şekilde büyüyen bu mikro kanallar; hiç o karşı tarafı, karşı taraftaki hayat tarzları, karşı taraftaki motivasyonları anlamanın peşinde de değiller. İşin içine hiç bilim girmediği için, yankı odalarını derinleştirme dünyasına düştükçe düşüyorlar. Ama medyanın ve gazeteciliğin bir etik tarafı da var. Medyaya sadece para gözüyle bakmamamız gerekiyor. Toplumun gelişmesi için aydın tarafı var medyanın. Dolayısıyla bir aydın, bunu yapmak zorunda. Herkes kendi kanalına gitsin, o ona küfretsin, sürekli de haklı olalım; bu Türkiye’nin problemlerini çözmüyor. Mevzuya sadece ticari açıdan yaklaşmıyorum, birazcık etik taraftan da yaklaşıyorum.

Herkesin birbirine diş bilediği bir toplumda bu nasıl başarılacak? 

Evet zaten herkes kendi tarafından diğer tarafa parmak sallıyor ama ben sürekli şunu söylüyorum; yüzeysel motivasyonlar var; bütün bizim kırgınlığımız, kızgınlığımız, parmak salladığımız yer orası. Bilinçaltına indikçe farklılıklarımızın göründüğü yüzeyselliklerin altında çok benzerliklerimiz var. Hepimiz bir umut peşindeyiz, insanlar çocuklarının geleceği hakkında endişeliler. Eğitim, Türkiye’nin yatay kesen bir problemi, kimse bugün eğitimden memnun değil. En yandaşı bile biliyor eğitimin nasıl tamamıyla çöp olduğunu Türkiye’de. O yüzden bu konular var aslında ama maalesef biz işin bilimsel tarafına bakmadığımız için, tamamıyla o görüntü ve yüzeysel motivasyonlar dünyasını gördüğümüz için sosyal mecralarda. Ayrıca orada içerik yaratmak çok kolay, Türkiye zaten her gün yeni bir gündem vermekte hiçbir zorluk çekmeyen bir ülke. Ama aşağı indiğinde, tüketicileri bir araya getirdiğinde, farklı yaşam tarzlarındaki farklı isimleri yan yana getirdiğinde bir sürü konuşabileceğin konu var. Eğitim mesela, yatay kesecek bir konu rahatlıkla. Sıkıcı bir konu biliyorum ama daha popüler konulara da gidilebilir, var o yatay kesen konular.

Öngörülemeyenler’de Yugoslavya’daki otoriter rejimden bahsediyorsunuz. Yıllarca tek yere bakan, tek doğruya inanan bir toplum, o rejim çöktüğünde ne yaşadı?

Dağıldık; hâlâ kendimize gelmiş değiliz, travma yaşıyoruz. Öngörülemeyenler’de Yugoslavya’yı anlatmak gibi bir hedefim yoktu, Türkiye’nin yaşadığı şeylerin çok benzerinin tarihte yaşandığını, hatta yakın tarihte yaşandığını anlatmaya çalıştım. Büyük travma yaşadık, çünkü bize anlatılan bir hikâye vardı, hiçbir zaman inanmadık. İnsan biliyor, görüyor, duyuyor ama inanmış gibi yapmak zorundaydık. Çünkü başımızda otoriter bir rejim vardı ve insanlar hapse atılıyorlardı konuştukça. Yine de travma yaşadık ve şu anda o bölge hâlâ travmatik. Kosova hâlâ travmatik. Bosna’da şu an çok sorun var. Makedonya’da hâlâ bin tane sorun var. O travmaları atlatamıyoruz.

Türkiye de böyle bir travma yaşayacak. Bu kadar polarize olmak, bu kadar gerginlik, insanların bu kadar birbirlerine düştükleri bir ortam sağlıklı değil. Sıkışmış bir enerji var ve bu enerji bir yerde patlayacak. Pozitif tarafı söyleyeyim, 90’larda yaşadığımız o dönemi yeniden yaşayacağımızı tahmin ediyorum. Çünkü enerji sıkıştığında oradan iyi bir şey çıkar. Ama aynı zamanda travma da çıkar. Travma yaşadığımız, kendimizle yüzleştiğimiz bir dönemimiz olacağını düşünüyorum. 9 milyon kişi psikolojik destek alıyor Türkiye’de. Bu sıkışmış enerji patlaması olduğunda biz yeni bir özgürlük dönemi yaşayacağız, bu hep böyledir. Bana ne oldu, ben ne yaşadım dönemine geçeceğiz ardından. Şu anda kendimizle yüzleşmeye çalışmıyoruz, hayatta kalma modundayız. Pandemisi de böyle, ekonomisi de böyle. Bu modda hayatta kalmayı düşünürsün, bana ne oluyor demezsin. Bu moddan çıktığımızda ki çıkacağız, “Bana ne oldu?” diyeceğiz. O zaman işte o 9 milyon psikolojik destek alan kişi 12 milyona çıkacak, travmayla yüzleşme dönemimiz olacak. Bizim topraklar, Balkanlar hâlâ travmalarıyla yüzleşiyor. Romanya hâlâ Çavuşesku’yla yüzleşiyorlar, hâlâ. Cezayir hâlâ Fransa’yla yüzleşiyor, hâlâ. Geçmiyor.

Ben Türkiye’nin yüzleşeceğini düşünüyorum, çünkü Türkiye büyük bir ekonomi ve yüzleşecek gücü var. Makedonya’nın olmadı, çünkü Makedonya ağır bir ekonomik kriz yaşıyor. Türkiye şimdi benzedi Makedonya’ya, %30 gençlerde işsizlik var, Makedonya 30 yıldır öyle. Yarısı ülkenin işsiz, hâlâ hayatta kalma modundalar. Ben Türkiye’nin çıkabileceğini düşünüyorum. Biz yüzleşeceğiz ama bu on sene sürer, on seneden sonra yeniden berbat etmenin bir yolunu buluruz. Ama bir on sene boyunca kendimizle yüzleştiğimiz, biraz yeniden 90’lar gibi bir dönem yaşadığımız, daha yaratıcı, daha özgürlük konuştuğumuz bir dönem olacaktır diye tahmin ediyorum.

📖 Serinin ilk röportajı burada: Özçıtak: “Sadece çok büyüklerle butik yayınlar ayakta kalacak”

Yazar hakkında

Canberk Beygova

1990, Kadıköy doğumlu. İstanbul Erkek Lisesi ve Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü'nü bitirdi; çeşitli medya kuruluşlarında yazar ve editör olarak çalıştı. İlk kitabı "Taş Atan Çocuklar Büyüdü, Anlatıyor: Benim Türk Arkadaşlarım Da Var" Mart 2016'da yayımlandı. Serbest yazar ve iletişim danışmanı.