21 Mayıs’ta Ruşen Çakır’ın yayınına katılan Levent Gültekin, Sedat Peker’in peş peşe yayınladığı videolarla serseme dönen izleyicilerin durumunu horoz dövüşü izlemeye benzetiyordu.
Peker’in ifşaları kimilerince İkinci Susurluk olarak anılsa da 90’larda Susurluk’un haberleştirilmesiyle medyanın bugünkü yaklaşımı arasında çok fark var. “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemleri; Tempo Dergisi’nin hediye ettiği, içinde devletin üst kademesinden isimlerin konuşmalarının yer aldığı “Best of Çakıcı” adlı kasetin televizyonda dönen reklamları; “Susma Sustukça Sıra Sana Gelecek” sloganları, Z kuşağının değilse de Y kuşağının hafızasında iyi kötü yer etti.
Peki bugünkü Susurluk’tan yarına ne kalacak? Ya da Peker’in videoları ve bu videoların yorumları dışında bir şey kalacak mı?
İkinci Susurluk benzetmesini aslında ilk kez duymuyoruz. 2000 yılında aralarında polis tarafından aranan firari iş insanı Melik Giray’ın ve İstanbul DGM Başsavcısı’nın da bulunduğu aracın Ankara yolunda kaza geçirmesinin ardından yaşananları, NTV-MSNBC sitesi “İkinci Susurluk mercek altında” başlığıyla duyurmuştu. Adalet Bakanlığı’nca kazanın ardından soruşturma başlatılmış; Milliyet, “Savcı Bako’yu (Baki Cengiz Aygün) korumuş” başlıklı haberinde “İkinci Susurluk benzetmesi yapılan kaza”ya ve kazada ölen Giray’ın adının karıştığı belli başlı icraatlara yer vermişti.
İkinci Susurluk, 2005 yılında Şemdinli’ydi. 9 Kasım’da eski PKK hükümlüsü Seferi Yılmaz’a ait Umut Kitabevi bombalı saldırıya uğramış, daha sonra saldırının faili olduğu öne sürülen kişinin aracının etrafı çevredekiler tarafından sarılmış, bu anlar kameraya yansımıştı. Görüntülerde aracıyla birlikte etrafı çevrilen kişinin “Ben emniyettenim!” dediği duyuluyordu. Olay o dönem Yeni Şafak’ın da aralarında olduğu çeşitli gazetelerce “devlet içinde gizlenen hukuk dışı bir çetenin” varlığına yoruldu.
2007 yılında İkinci Susurluk, Afyon’du. Afyonkarahisar’ın Dinar ilçesinde gerçekleşen kazada 1’i emekli başkomiser olmak üzere 4 kişi hayatını kaybetmiş, kamyona çarpan cipte 4 silahın yanı sıra esrar, biber gazı ve çek senet bulunmuştu. Cipe binmekten son anda vazgeçtiğini anlatan iş insanının, kazadan sonra aracına eski emniyet mensuplarınca ateş açıldığı yönündeki iddiaları Sabah, Hürriyet, CNNTürk gibi gazetelerde yer aldı.
Yazının konusu bu olaylar ya da olaylara karışanların akıbeti değil; fakat medyanın olayları ele alış biçimindeki değişime ışık tutması adına hatırlanmasında yarar var.
Bir infial olmuştu ülkede
3 Kasım 1996 tarihinde Balıkesir’in Susurluk ilçesinde meydana gelen kazayı ertesi gün pek çok gazete “esrarengiz kaza” sözleriyle okurlarına duyurdu. Bir sonraki gün ise esrar perdesi aralanmıştı, önde gelen gazetelerin manşetlerinde devlet-mafya-polis ilişkisi sorgulanıyordu.
Aynı tarihte Hürriyet, kazada ölen Abdullah Çatlı’nın ölüm ilanına yarım sayfa yer vermiş, 6 sayfa sonra ise kazanın detaylarını “Boğazımıza kadar batmışız” sözleriyle aktarmıştı. DSP lideri Bülent Ecevit’in sözleriyle “Gazeteler korkmadan yazıyor”du.
Fatih Altaylı, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın kazanın üzerinden günler geçmesine rağmen herhangi bir açıklama yapmamasını Hürriyet’teki köşesinde şöyle tiye alıyordu:
“Wanted
Bu ülkenin başbakanı olduğunu iddia eden Necmettin Erbakan isimli zat, pazar günü meydana gelen kazadan beri ortalıkta görünmemektedir.
Ne olayla ilgili bir açıklama yapmıştır, ne de hükümeti de kapsayan bu rezalet için bir kelime söylemiştir.
Üstüne üstlük güvenlikle ilgili olarak yapılan bir toplantıya dahi katılmamıştır.
Ailesi ve kendisini çok seven seçmenleri perişan durumdadır.
Kendisini görenlerin, nerede olduğunu, bilenlerin, sesini duyanların, insaniyet namına Başbakanlık Konutu-Ankara adresine başvurmaları ya da telefonla bilgi vermeleri rica olunur…”
Sabah yazarı Necati Doğru, “Sokağa dökülelim…” başlıklı yazısında kamuoyunu “polise, orduya, parlamentoya, siyasete karşı yitip yok olan güveni yeniden istemek için” eyleme çağırıyor; aynı gazetenin başyazarı Güngör Mengi “İyi ki medya var” başlıklı yazısında “çıkarını bilen bir toplumun, basına sürekli saldıran siyasetçilerden ve kamu yöneticilerinden korktuğunu, basının sebebiyet vereceği hiçbir fenalığın, basın özgürlüğünün kısıtlanması nedeniyle doğacak karanlıktan daha tehlikeli ve vahim olamayacağını” ifade ediyordu.
1 Şubat 1997’de, Sürekli Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi ile birlikte avukat Ergin Cinmen öncülüğünde başlatılan “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemleri, bu karanlığı aydınlatmayı amaçlıyordu. Eylemler, kısa sürede ülke geneline yayıldı: Milyonlarca vatandaş, her akşam saat 21.00’de evlerinin ışıklarını açıp kapatarak devletin içinde mafya ile ilişkiye girmiş isimlerin yargılanması talebini dile getiriyordu.
Bugün yaşananlarda ise kitlesel eylemler olmadığı gibi basın yoluyla siyasetçilere baskı yapılması da söz konusu değil. Birkaç istisna dışında televizyon kanalları için protesto artık “provokasyon” anlamına geliyor, andığımız gazetelerinse ne manşetlerinde ne de köşe yazılarında Susurluk’ta yapılan eleştirilerin benzerlerine rastlamak mümkün.
Bu yazı için görüşüne başvurduğumuz Ergin Cinmen’e göre, toplumsal infial duygusunun olmaması medyada yaşanan değişimden kaynaklanıyor:
“Çünkü insanlar birbirinden ve olan bitenlerden yalnızca medya kanalıyla haberdar olabilirler, olayları medyanın aracılığıyla irdeleyebilirler ve bir kanaate varabilirler; işte o süreç böyleydi. Hatta bazı merkez medya kanalları saat 21.00’de yayınlarını kesip ışıklarımızı şimdi yakıp söndürme zamanıdır, tava tencere zamanıdır, karanlığa ses verme zamanıdır diyerek yurttaşları doğru bir şekilde uyarıyordu. (…)
O süreçlerin özelliklerinden bir bölümü de bugüne oranla ifade özgürlüğünü ve özellikle de haber alma, haber verme, bilgiye ulaşma özgürlüğünün bugüne oranla çok daha güçlü olmasıydı. Yani gerçekten de medya 4. Güç olma özelliğini bu süreçte yerine getirmeseydi bu eylem bu derece büyük olmazdı; bu son derece doğal.”
Güçler ayrılığıyla birlikte medyanın demokrasiyi ayakta tutan en önemli güç olduğunu; fakat bugün hukukun ve medyanın siyasi iktidar tarafından ele geçirilmiş olduğunu ifade eden Cinmen’e göre temel eksiklik, toplumun bilgiye ulaşmaması.
Peki Peker’i milyonlara; Peker’in videolarını yorumlayan gazetecileri ise yüz binlere ulaştıran yeni medya, boşluğu neden dolduramıyor?
Televizyonun gücü
Cinmen sosyal medyanın televizyonun gücünü yerinden edebilecek bir konumda olmadığı düşüncesinde:
“Sosyal medya çok önemli tabii ama biliyorsunuz daha tableti olmayan insanlar var, öğrenciler var. Metropollerde belki çoğu insanın sosyal medyaya erişimi var ama örnek veriyorum ‘Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık’ eyleminin gerçekleşebilmesi için insanların akşam saat 21.00’i akıllarında tutması lazımdı. Bu kadar maddi bazı şeyler var. O sırada insanlar televizyona bakıyordu, şimdi hâlâ bu var. Dolayısıyla bu ana akım medyanın (ana akım diyoruz ama illa ana akım gibi düşünmeyin, televizyon denen yapı, yani herkesin elinin altında, kullanımında olan bir eşya var) gücü ile şu anda sosyal medyada yaşanan bazı figürlerin sosyal medyayı kullanarak halkı aydınlatma faaliyetini aynı yere koyamayız diye düşünüyorum.”
Süleyman Soylu’nun aralarında İsmail Saymaz ve Merdan Yanardağ’ın olduğu gazetecilerin sorularını yanıtlamak üzere televizyona çıkmasının yarattığı yankıya bakılırsa, gerçekten de bu geleneksel iletişim aracının yerini doldurmak kolay değil:
“Dün (24 Mayıs) Habertürk’te İçişleri Bakanı’nın röportajı büyük bir olay olarak ortaya kondu. Yani yıllardan beri hükümetin önemli bir figürü muhalif gazetecilerin karşısına çıkmamıştı, çok önemli bir şey ilk kez böyle bir şey oldu. Ama içinde bulunduğumuz hesap vermeme durumunu ortaya koyan en önemli göstergelerden birini dün yaşadık. Bu derecede iktidarla gerçekler ve hukuk tamamen ayrılmış durumda. Arada bir araya gelmeye çalıştıkları zaman da toplumda büyük bir olay olarak algılanıyor,” diyor Cinmen.
Ne var ki daha sonra, gazetecilere yöneltilen; sorularına cevap verilmediğinde neden yeterince ısrarcı olmadıkları, neden Bakan’ın sözünü kesip soruyu hatırlatmadıkları, hatta niçin stüdyoyu terk etmedikleri yönündeki eleştirilere bakıldığında, bu aracın şartlar sunulsa dahi muhalifler tarafından kullanılmasının olanaksızlaştığı görülüyor.
Bu koşullarda gazeteciler nasıl bir yol izleyebilir?
Medya çalışanlarının, medya özgürlüğünü içselleştirmesi gerektiğini söyleyen Cinmen, düşünce özgürlüğüne sahip çıkılmadığı sürece medyanın gücünden söz edilemeyeceğini ifade ediyor:
“Bugün yukarıdan tek bir telefonla gazete patronuna ya da televizyon patronuna ulaşılarak insanlar işlerinden oluyor. Bu olduğu müddetçe Türkiye’de siz medyayı yok varsayın.”