Türkiye televizyonlarının ve gazetelerinin büyük bir çoğunluğu, gerek yıllar içinde yaşanan el değiştirmeler, gerekse iktidarın artan baskıları neticesinde bugün on yıl öncekinden çok farklı bir çizgide. Peki sansüre takılmadan kendi kurumlarına haber geçebilme şansı olan yabancı gazeteciler Türkiye’de habere ulaşmada ne gibi sıkıntılar yaşıyor? Ülkenin son on yılda yaşadığı önemli kırılma anlarına tanıklık etmiş yabancı gazetecilerle konuşarak bu soruya yanıt aradık.
“Ülkende haber yap”
12 yıldır Türkiye’de yaşayan İsveç vatandaşı Thomas Toren, ilk yıllar basın ve radyo için çalışmış, hâlihazırda İsveç devlet televizyonu SVT’nin Türkiye sorumlusu. Türkiye’ye gelmeden önce Türkçe bilmediğini söyleyen, bugün iyi derecede Türkçe konuşan Toren, 15 Temmuz’daki darbe girişiminden sonra işini yapmakta zorlanmaya başlamış. Resmi kurumlara ulaşmanın bugün kendisi için eskisinden çok daha zor olduğunu anlatan Toren, halkın da yabancı gazetecilere karşı giderek agresifleştiğini, sahaya çıktığında kendisine sık sık “ülkene dön, ülkende haber yap” denildiğini aktarıyor. Agresyonun en sert örneğini darbe teşebbüsünün ardından düzenlenen Yenikapı Mitinginde yaşamış:
“Birçok insan, etrafımıza toplanıp tehdit etti. Çok düşmanca davrandılar. Ölüm tehdidinde bulundular. Darbe girişiminden önce böyle bir tedirginlik yaşamamıştım; bu olaydan sonra daha dikkatli olmaya başladım.”
Dikkatli olmakla neyi kastettiğini sorduğumda özellikle sosyal medya paylaşımlarını kısıtladığını söylüyor. Gezi döneminde ise sık sık paylaşımda bulunmuş:
“Gezi zamanı ufak tedirginlikler olurdu ama çok güzel bir zamandı çalışmak için. O zaman sosyal medyada biraz fazla yazdım. Aslında biraz rüzgâra kapıldım, bazen ön yargılı davrandım. Şimdi keşke öyle yapmasaydım diyorum geri dönüp bakınca, sonuçta benim görevim haber yapmaktı, ama fazla angaje olmuştum.”
Toren daha sonra atmış olduğu Tweet’leri silmiş. Neden Türkiye’de kalmayı seçtiğini sorduğumda, başka bir ülkeye giderse sıfırdan başlayacağını ve bunu istemediğini söylüyor. Ama bu koşullarda haber yapmanın da kendisini mesleki açıdan kısırlaştırdığı görüşünde:
“Geldiğimde çok mutluydum, ne güzel bir yer diyordum. Ama son yıllarda çok zayıfladı her şey. Editörlerim mesela sürekli baskılarla ilgili hikâyeler duymak istiyor. Bu, mesleki açıdan da benim buradaki durumum açısından da iyi değil. İlk zamanlar, tüm yaşananlar güzel olmasa bile diyordum ki doğru yerdeyim sürekli bir şeyler oluyor. Ama artık sürekli aynı hikâyeyi anlatıp durduğumu düşünmeye başladım.”
Buradaki geleceğinden endişeli olup olmadığını sorduğumda, durum daha da kötüleşirse burada kalmanın kendisi için zorlaşacağını söylüyor.
“Türkiye’de röportajlar kimlik, din, milliyetçilik, terör saldırıları, sığınmacılar gibi konuların gölgesinde”
BBC’nin eski Türkiye muhabiri Mark Lowen, gidenlerden biri. 2014-2019 yıllarını Türkiye’de geçiren Lowen, beş yılın ardından gitme zamanının geldiğini düşünerek ayrılmış, şimdi Roma’da yaşıyor:
“Çok yoğun bir beş yıldı. Gittiğim için üzüldüm ama pek çok anlamda hazırdım artık başka bir yere gitmeye. Türkiye’yi her zaman evim gibi göreceğim, harikulade arkadaşlarım var Türkiye’de, ama açıkçası omuzlarımdaki yükü, oradaki yoğunluğu bırakmaya ihtiyacım vardı. Roma buna yaradı, Covid’e rağmen.”
İtalya’nın Türkiye’ye göre pek çok açıdan daha sakin ve daha az yoğun olduğunu söyleyen Lowen, Türkiye’de ise röportajların kimlik, din, milliyetçilik, terör saldırıları, sığınmacılar gibi konuların gölgesinde geçtiğini, söyleşi yapanların yabancı ülkelerin ajanı gibi algılandığını ve bunun sonucunda görüşmeleri sürdürmenin giderek zorlaştığını ifade ediyor:
“Bugün temel sorun şu; eğer hükümet tarafındaysan BBC’ye konuşamıyorsun çünkü ajanlıkla suçlanabilirsin, eğer AKP karşıtıysan da işini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalırsın. Bu yüzden insanlarla özelikle canlı yayında konuşmak konusunda hangi taraftan olursa olsun hep zorluklar yaşadım. Ve bu benim yaşadığım beş yıl içinde giderek daha da zorlaştı.”
BBC’nin dünyaca tanınırlığının, siyasilere ulaşmada kapıları bir yandan açarken bir yandan da kapadığını söyleyen Lowen, yapılan bazı haberlerin ülkeyi yönetenleri hoşnut etmediğini, bu nedenle kimi zaman hükümetin basın konferanslarına davet edilmediklerini anlatıyor. Lowen’in anlattığına göre, problemler Erdoğan’a yakın siyasilere ulaşmaktan ibaret değil, onlarla yapılan görüşmelerin çarpıtılarak haberleştirilmesi de BBC’yi zor durumda bırakabiliyor:
“Bir keresinde Erdoğan’ın bir danışmanı radyoya konuşmuştu. Yayınlamadan önce doğal olarak kısaltırız görüşmeleri, ama bu danışman daha sonra BBC’nin kasıtlı olarak sansür koyduğunu iddia etti. Ardından bana ve kurumuma yönelik bir karalama kampanyası başlatıldı.
Bir başka seferinde yine bir danışmanla televizyon için görüşüldü. Kayıt, süresi nedeniyle yine kurguya girdi ve gene sansür iddiası geldi. Böyle böyle ilişkiler belli kişiler tarafından zehirlendi.”
Lowen, 2013 yılında henüz Türkiye’ye yerleşmemiş ama Gezi olaylarını yakından izlemiş. Türkiye’de çalıştığı süre zarfında Hendek Çatışmalarından Reyna’ya yapılan bombalı saldırıya, Adalet Yürüyüşünden 15 Temmuz’a pek çok önemli olayı takip eden Lowen, yalnızca çalıştığı kurum üzerinden değil bizzat ismi verilerek de ulusal medyada, pek çok vesileyle hedef gösterilmiş bir isim.
Kendisine yönelik saldırıların son örneği ise İtalya’da olduğu sırada A Haber tarafından hakkında atılan Tweet: “İngilizler kaos planına destek çıkıyor! Boğaziçi Üniversitesi’nde CHP ve PKK da devrede”.
Lowen’in buna cevabı “Ah canım @Ahaber I missed you too (Ah canım @Ahaber, ben de seni özledim) şeklinde olmuştu. Bu mizahi yaklaşımı Türkiye’de yaşarken korumakta zorlanıp zorlanmadığını sorduğumda, sosyal medya üzerinden pek çok defa tehditler aldığını, önceleri bunlara yanıt verirken bir noktadan sonra kendi hâline bıraktığını, sonunda artık engellemeyi bile bıraktığını, sadece bildirimleri sessize aldığını anlatıyor. Bununla birlikte, kendisine gülünç gelse de kendisine yöneltilen suçlamaların ağırlığının farkında:
“Evet birçok açıdan komik ve bunlara gülebilmek lazım çünkü yani A Haber bir belgesel yayınlıyor mesela, korkunç bir müzik eşliğinde, BBC muhabirinden bahsederek yani böyle bir üslup… Ya da dönemin Ankara Belediye Başkanı benim Beşiktaş bombalamasını bildiğimi iddia eden bir Tweet’i milyonlarca takipçisiyle paylaşıyor… Bir yandan bunlara gülmek lazım ama bir yandan da aslında son derece ciddi bir durum, son derece tehditkâr. Gazeteciler, insan hakları savunucuları, birden devlet düşmanı olarak yaftalanıyor ve bu kabul edilemez bir şey, bu insanların aileleri var. Yani benim çocuklarım yok ama eğer olsaydı, BBC karşıtı hisler bu denli şiddetlendiğinde muhtemelen çocuklarım için endişelenirdim.
Gerçekten genel anlamda bakarsanız gece sokakta yürüyememek, kapkaça maruz kalmak, hırsızlık gibi doğrudan bir tehdide maruz kaldığım bir güvensizlik yaşamadım. Yani benim için İstanbul pek çok açıdan son derece güvenliydi; yabancılara karşı sıcakkanlı ve misafirperver olan bir toplumda yaşıyordum. Bununla birlikte, bunun gibi ciddi kasıtlı karalama kampanyaları olduğunda hükümet adına bunu yapan, medyadaki hükümet yanlısı kişiler diyeyim, bu kampanyaları yaptıklarında durumun vahametini, insanları nasıl riske açık hâle getirdiklerini anlayamıyorlar. Ya da anlıyorlar ama bunu umursamıyorlar.”
Lowen de, Gezi’nin, hükümetin yabancılara bakışında bir dönüm noktası olduğunu, darbe girişimiyle birlikte karşıtlığın boyut atladığı görüşünde:
“Gezi hem toplumdaki kutuplaşmanın hem de hükümetin yabancı gazetecilere bakışı açısından bir dönüm noktasıydı. O dönem gazetelerde benim fotoğraflarım kullanıldı, provokatörlükle suçlandım vs. Darbe ise bu düşmanlığı yoğunlaştıran, çapını çok daha fazla büyüten bir olaydı. (…) Hükümete darbeyi desteklemediğimizi anlatmakta zorlandık.”
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun BBC’yi darbe yanlısı olmakla suçlamasının ardından Twitter’da #BBCgohome’un trendlere girdiğini anlatırken, sonrasında Türkiye’de kendini güvende hissetmemeye başladığını aktarıyor.
Yine de Lowen o zamanlar Türkiye’den ayrılmayı düşünmemiş. Doğrudan tehdide maruz kalıp kalmadığını sorduğumda özellikle AKP seçmeninin ağırlıklı olduğu bölgelerde röportaja gittiğinde, bazen insanların düşmanca yaklaşımlarıyla karşılaştığını, birkaç kişinin etrafında toplanıp “BBC ajandır!” diyerek ortamın havasını değiştirdiğini anlatıyor. Türkiye’de komplo teorilerine yatkınlığın önceden beri olduğunu söyleyen Lowen’e göre, Gezi’yle birlikte yükselen yabancı düşmanlığı bundan daha fazlası. Bu düşmanlığı hükümete yakın olan medya kuruluşlarının tetiklediğini düşünüyor.
Türkiye’de yaşadığı süre boyunca A Haber ya da benzeri bir basın kurumunun çalışanıyla sosyal hayatta bir teması olup olmadığını sorduğumda da genellikle bu kurumlarda çalışan gazetecilerin BBC’ye mesafeli olduklarını, fakat içlerinden bir gazetecinin kendisine Türkiye’den ayrılırken WhatsApp’tan mesaj atarak “her zaman adil olduğunu” yazdığını anlatıyor:
“Bu benim için gerçekten çok değerliydi, çünkü bize karşı yazması söylenen, bizi belli bir şekilde görmesi istenen biriydi fakat o bunu aşarak bu kişisel mesajı göndermişti. Çok kıymetliydi. Zor koşullarda işini iyi yapmaya çalışan insanlarız ve… Bunu asla unutmuyorum. Ne yazık ki bu kişiyle arkadaş olma fırsatım olmadı, onunla sosyal ortamlarda vakit geçirmedim; hükümete yakın kurumlara bağlı gazetecilerle zaman zaman çay içtiğim oldu ama sonrasında bir yazı yazarlardı ve bambaşka biçimlerde anlatırlardı bu ilişkileri… Zor zamanlardı.”
“Soru sorduk, şikâyet edildik”
2006’da öğrenci olarak Ankara’ya gelen Alex (ismini paylaşmak istemediği için bu yazıda Alex olarak anacağız), gazeteciliğe 2011 yılında başlamış. Türkiye’de uzun yıllar yaşamış olması neticesinde Türkçeyi iyi derecede konuşabilen Alex, bu durumun sahada avantajlarını gördüğü gibi, çok dilli olduğu için büyük medya kuruluşları dahil olmak üzere pek çok farklı kurum ve yabancı gazeteciyle de birlikte çalışabilmiş. 2015 yılından sonra ise, önce Türkiye’nin çeşitli kentlerinde art arda gerçekleştirilen bombalı saldırılar, daha sonra ise 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişimi nedeniyle haber üretmenin giderek zorlaştığını söylüyor.
2016 yılından sonra sık sık basın kartının olup olmadığının sorulduğunu, sahada ise daha önce karşılaşmadığı pek çok sorunla karşı karşıya kaldığını söyleyen Alex, darbe girişiminden kısa bir süre sonra Reuters ile gittiği bir haberde yaşadığı zorlukları şu sözlerle anlatıyor:
“Yasa dışı çalıştırılan Suriyeli çocuklarla ilgili bir haber yapacağız. Sahaya gittiğimizde çocukların çalıştırıldığı bir atölye bulduk bir bodrum katında. Haberi yaptık. Çıktığımız sırada sivil polisle karşılaştık. Dedi ki ‘Siz ne yapıyorsunuz kimsiniz?’ Üzerimizi aramaya başladılar. Bunun üzerine muhabir (Reuters) sinirlendi, ‘Ben Reuters’de çalışıyorum ve sizin isimlerinizi vereceğim, şikâyet edeceğim’ dedi. Polislerin kimliklerini sordu, polisler bunun üzerine gerilediler.”
Alex, polislere kendileriyle uğraşacaklarına kaçak çalıştırılan çocuklarla ilgilenmelerini söylediğindeyse polis şikâyet üzerine geldikleri cevabını vermiş:
“’Böyle böyle şeyler duyduk, Suriyeli çocuklar çalıştırılıyormuş nerededir’ diye sorduğumuz kişiymiş şikâyette bulunan; o da bize sormuştu kimsiniz nesiniz diye. Reuters’dan olduğumuzu söyleyince çat diye ‘Sırtlarında çanta var, bunlar İngiliz ajanı ve bir şeylerin peşinde’ diye şikâyet etmiş.”
Güvensizlik duygusu hissedip hissetmediğini sorduğumda özellikle Afrin olayları sırasında pek çok yabancı gazeteciyle çalıştığını, bu sırada takip edildiğini anlatıyor. Takip edildiğini nasıl anladığını ise şöyle anlatıyor:
“Bakıyorsunuz hep aynı tip, hiç bilmediğim yerlerden, tanımadığım bir kişi takip ediyor. Bir minibüse biniyorsunuz. Üç kişi biniyor arkanızdan, biri öne oturuyor ikisi arkaya. Sürekli telefondalar. Bir şekilde sizi… profesyonel olmayan bir şekilde izliyorlar, izlediklerini hissettiriyorlar.”
Biraz düşündükten sonra “belki de paranoyaklaştığını” söylüyor:
“Tam olarak emin olamıyorum. Ama mesajlar geliyordu. Bir yerde mesela arkadaşlarla içiyorum, soruyorlar, nasıl geçti vs. Birkaç arkadaşa gösteriyorum ne yaptığımızı. Sonra pat, bir mesaj geliyor telefona, ‘senin ne yaptığını biliyoruz, seni takip ediyoruz, seni bulacağız’. Böyle bir şey.”
Alex polise gitmemiş. Arkası gelmeyince, somut bir şey olmayınca büyütmek istemediğini söylüyor. Siyasi gerilimlerin medya kuruluşlarıyla olan ilişkileri de olumsuz etkilediğini belirten Alex, en çok Fransız gazetecilere zorluk çıkarıldığını söylüyor. Bununla birlikte, Alex’in en çok sabrını zorlayanlar da Fransız gazeteciler olmuş.
“Hayatım boyunca çalıştığım milletler arasında en kötü deneyimim onlarla oldu. Çünkü saygısızlık yapıyorlardı. Hem de etraflarındaki herkese saygısızlık yapıyorlardı. Ya herkese gazeteci muamelesi yapıyor ya da işte, ‘Ben Fransız’ım, ben gazeteciyim, bana bunu yapman lazım’ diyor. Bunu hem otoriteye söylüyor hem aracıya söylüyor hem de bana söylüyor. (…)”
Alex’in bir Fransız gazeteciyle Afrin’de yaşadığı deneyim ise bunun uç bir örneği:
“Afrin’in köylerinden birinde çekim yapıyoruz. Bölgeye gitmeden önce konuşan bir asker vardı bize neler yapılacağını anlatıyordu. ‘Askerlerin ve militanların yüzlerini çekmeyin’ dedi. Ben bunu onlara çevirirken gazeteci “Hayır ben çekeceğim” dedi. Ben de dedim ki ‘güvenlik açısından asker bunu istemiyor’. Fakat çekmeye devam etti. Sonra konuştuğumuz esnada Suriyeli bir militanı çekmeye başladı. Komutan gelip yanımıza bana sordu: ‘Ne yapıyorsunuz çekmeyin demiştik, sadece sivillerle röportaj yapabilirsiniz’. Ben de gazeteciye bunu çevirip, kesmemiz lazım, yani ‘We need to cut’ cümlesini kurdum. Çekimi durdurmak yerine kamerayı bana ve komutana çevirdi.”
Alex daha sonra gazeteciye kendi görüntüsünü kullanmamasını, bunun yalnızca kendisine zararı olacağını söylemiş: “Dedim ki bak, bu bir güvenlik meselesi, yapma bunu. Militanları illa çekeceğim diyorsan çek, bu beni ilgilendirmez ama beni kullanma.”
Fakat Alex uyarılarını defalarca yinelemesine rağmen meslektaşının kendisini “sansürcü” durumuna düşürmesine engel olamamış. Alex’in çekimin durdurulmasını söylediği görüntüler montajlanarak, üç farklı videoda kullanılmış.
“Yabancı gazeteciler sahadaki durumu okuyamıyor”
2013-2019 yılları arasında Türkiye’de çalışan ve Türkçe’yi iyi derecede konuşan Fransız gazeteci Marion Fontenille, bu ve benzeri tavırların, yabancı gazetecilerin sahadaki durumu okuyamamasıyla ilgili olduğu görüşünde. Fransa’dan gelen bir gazeteciyle birlikte Kürt eşi ile Gazi Mahallesi’ne gittiklerinde yaşadıkları da, bu “okuyamama” durumunun boyutlarını ortaya koyuyor:
“Fransız gazeteci Türkçe bilmiyordu, eşim tercüman olarak yanında gitti. Çekim yapıyorlar mahallede. Sonra erkekler gelmiş, eşimle konuşmaya başlamış: ‘Kimsiniz ne yapıyorsunuz?’ Eşim anlatıyor biz şuyuz, buyuz, izin aldık. Ama adam diyor ki, ‘Bunun önemi yok ben sizi istemiyorum’. Eşim anlıyor, adamın mafyaya benzer bir tipi var, ‘tamam’ diyor, durum ciddi. Açıklıyor durumu gazeteciye, gitmeleri gerektiğini söylüyor ama gazeteci, durumun tehlikesini anlamıyor ve eşimi dinlemiyor. Basın kartını çıkarıp diyor ki ‘ben gazeteciyim, ne istersem yaparım’. Eşime de diyor ki ‘sen korkma’. Eşim de diyor ‘ben kendim için korkmuyorum, ben adamla konuşurum ama senin kameran için korkuyorum. Adam kameranı alır ve sen hiçbir şey yapamazsın’.”
“Tercüman gözdür, kalptir, her şeydir”
Fontenille eşinin artık o gazeteciyle kesinlikle çalışmak istemediğini söylediğini anlatırken gülüyor:
“Bu tavrı anlamıyorum. Ben eşim olmadığında bir kez başka bir tercümanla çalıştım ve benim için tercüman her şeydir. Onlar sayesinde Türkiye’de insanlarla konuşabiliyorum. Bazen biz Fransızlar olarak soruyu çok direkt soruyoruz, tercüman anlıyor ve uygun bir filtre koyuyor. Ya da bazen diyor ki, ‘polis geliyor, gitmemiz lazım’. Benim için tercüman gözdür, kalptir, her şeydir ama bazıları ‘gazeteciyim, her şeyi yapabilirim’ şeklinde düşünüyor.”
Kadın olmasının bir dezavantajı olup olmadığını sorduğumda Fontenille, aksine bunun çoğu durumda işini kolaylaştırdığını, bu sayede muhafazakâr kadınlarla da rahatlıkla konuşabildiğini aktarıyor. Elbette insanlarla rahat iletişim kurmasında Türkçeyi iyi konuşuyor olmasının ve tercüman kullanmak zorunda olmamasının da payı var. Bununla birlikte, özellikle muhafazakâr insanlarla görüşürken her zaman doğru sözcükleri seçemediğini, bu nedenle haberlere sıklıkla eşiyle birlikte gittiğini söylüyor. Eşinin Kürt olması, anlattığına göre siyasi içerikli röportajlarının tonunu zaman zaman sertleştirmiş, ama doğrudan nefret söylemi ya da agresyona maruz kalmamışlar.
Fontenille’e Gezi’yi ve 15 Temmuz’u soruyorum. Gezi döneminde her siyasetten insanla rahatlıkla her şeyi konuşabildiğini anlatan Fontenille de, Alex’in söylediklerine paralel biçimde 2014 itibariyle yavaş yavaş insanlarla konuşmanın zorlaşmaya başladığını, 15 Temmuz 2016 itibariyle ise neredeyse imkânsız hâle geldiğini anlatıyor.
“Kasımpaşa’da bir kahveye girip amcalarla rahat rahat konuşabiliyordum. 2015’ten sonra bu çok zor oldu.”
Darbe girişiminin ardından köprüde haber yapmaya çalıştığında ise Türkiye’de ilk defa can güvenliğinden endişe etmiş:
“Eşim de benimle gelmişti, başka bir Fransız gazeteci arkadaş daha vardı o da bizimle geldi, Türkçe bilmiyordu. Televizyon için çalışıyordu, büyük kamerayla değil ama telefonla canlı yayın yapacaktı. Ben radyo için yapıyordum, sadece ses yani, zaten Türkçe de biliyorum. Aileler geliyor, ellerde Türk bayrakları, herkes mutlu, gayet güzel konuşuyorlar vs. Beş dakika sonra arkadaşım canlı yayına başladı ve birden bir sürü erkek doluştu etrafımıza. Bağrışmaya başladılar: ‘Yabancı basın! Ajan! Ajan!’ Neredeyse linç edecekler… Çok korktum.
Eşim yanlarına gitti, dedi ben de tercümanım, ben de sizdenim, onlar sadece işini yapıyor, ama adamlar hiçbir şey duymak istemiyordu. Sivil polis gibi davranıyorlardı. ‘Kart, kart!’ dedi biri, çıkardım gösterdim. Sonra sordum, ‘Peki senin kartın nerede?’ Bunun üzerine şaşırdı çünkü beklemiyordu Türkçe konuşmamı. Sonra gittiler, o zaman anladım ki polis değiller. O zaman daha çok korktum çünkü dedim ki bunlar polis değilse, bize her şeyi yapabilirler. İlk defa Türkiye’de bu kadar korktum. O köprüde kaç kişi vardı o gün… Çok kavga gördüm, mutlu olmayan, konuşmak istemeyen insan çok görmüştüm ve bunu anlıyorum, istemeyebilirler ama Türkiye’de ilk kez bu kadar korktum.”
Bunun ardından haberi yapamadıklarını söyleyen Fontenille, daha sonra arkadaşının şefinin, gördüğü muameleyi yayında anlatması için arkadaşına ısrarını şu sözlerle anlatıyor:
“’Anlat anlat hikâyesi ne, ne dediler sana ne yaptılar sana, al Türkler böyle böyle…’ Böyle hikâyeler istiyor Fransız medyası.”
Fransız şeflerin sansasyonel yaklaşımı, Gezi döneminde de Fontenille’in inandığı biçimde gazetecilik yapmasını zorlaştırmış:
“Çok büyük bir şey oluyordu. Bunu anlatmak çok önemliydi. Ama Fransız medyası şunu göstermek istiyordu: ‘Bütün Türkler Erdoğan’ın karşısında, gençler yaşlılar, herkes Erdoğan’ın karşısında.’ Ben de diyordum ki, yok yani olmaz, Gezi’deyim şu an, iki aydır her gün buraya geliyorum, Gezi sembolik olarak çok büyük bir şey evet, ama fiziksel olarak sadece İstanbul’da bir sokak (İstiklal Caddesi). İstiklal Caddesi’nden aşağı git, Kasımpaşa, oradan insanlar (eyleme) gelmiyor yani. O da Türkiye ile ilgili bir şey anlatıyor.”
“Tek yönlü ve iç siyasete dokunmayan haberler”
Sokak röportajlarında farklı görüşlere yer verebilmeye özen gösterdiğini söyleyen Fontenille, bir gün şefi tarafından aranmış ve kendisinden istenenin bu olmadığı söylenmiş. Fontenille bunun üzerine Fransız medyasının “Erdoğan’ı sevmiyoruz” röportajlarıyla dolu olduğunu fakat bunun gazetecilik olmadığını söylemiş: “İnsanların yüzde yüzünün böyle düşünmediğini de Fransızların duyması, bilmesi lazım. Her şey siyah ya da beyaz değil.”
Şefiyle tartışmanın başlangıçta kendisini endişelendirdiğini ama daha sonra şefinin de kendisine hak verdiğini ve kendisini tebrik ettiğini anlatıyor. Bununla birlikte Fontenille Fransa’da ana akım medyanın Gezi dönemindeki genelleştirici yaklaşımının bugün de çok değişmediği görüşünde.
“Aşırı karikatürize ediyorlar. Detaylara girmeyelim, detaylar önemli değil. Bir cümleyi alıp manşetten vererek büyük bir haber yapmaya çalışıyorlar. Ama sen diyelim idaha fazla detayına inmek istediğin zaman bu yetmiyor.”
Nitekim Kürt sorunu ve HDP’li vekillerle ilgili konular da “fazla iç siyasetle ilgili” bulunduğu için Fransız medyasının ilgisini çekmemiş:
“Humanite dışında çalıştığım kurumlar hiç Kürtlerle ilgili haberler istemedi benden. Muhtemelen çok iç siyaset konusu olarak gördüler bunu. Türkiye’nin içinde, uzak bir şey bu onlara. Yalnız DAEŞ zamanında, Suriye ‘popüler’ konu oldu, o dönem sırf Suriyelileri konuşmak için Kürtlerle ilgili haberler yapabildim. Ama Türkiye’de Kürtlerle ilgili meselelerle ilgili haber yapmamı hiç istemediler.”