”Benim en büyük korkum güvensizliğin bizim ilişkimizi kesmemize sebep olması değil, gerçekten ihtiyaç duyduğumuz seviyede bir değişimi hayal etmeyi başaramamamıza neden olması.”
—Ethan Zuckerman, Mistrust
Geçtiğimiz beş yıl içerisinde en sık tartışılan küresel sorunlardan birisi güven sorunu. Toplumların ve bireylerin genel olarak kurumlara ve mevcut yapılara olan güvenini yitirmesi ve bunun sonuçları dünyanın her kesiminde kendisini farklı biçimlerde göstermeye devam ediyor.
Bu güven kaybından ve beraberinde gelen sorunlardan medya ve bir kurum olarak gazetecilik de ciddi bir şekilde etkileniyor. Gazeteciliğin geçtiğimiz yıllarda giderek derinleşen krizinin temel sebeplerinden birisi olarak gösterilen bu güven sorununu çözmek için de farklı çabalar gösterilmekte. Teyitçilik gibi bir alanın oluşması ya da okur ile aradaki güven ilişkisini güçlendirmeye yönelik farklı modellerin tasarlanması bunların birer örneği.
Fakat bu çabalar esnasında önemli bir soruyu gözden kaçırıyoruz: Bu güven sorununun ne olduğunu ve neden ortaya çıktığını tam olarak biliyor muyuz? Çünkü bu sorunun cevabını vermeden atılan adımlar genellikle belirtileri ortadan kaldırmakla yetinen yüzeysel çözümlerden ileri gidemiyor. Yüzeysel çözümlerle de bir sorunu kökten çözmek mümkün olmuyor.
Ethan Zuckerman’ın “Mistrust: Why Losing Faith in Institutions Provides the Tools to Transform Them” isimli kitabı hem bu soruyu cevaplamayı hem de çözüm için atılan adımlara yol göstermeyi hedefleyen bir eser. Uzun yıllar boyunca MIT Center for Civic Media’nın başında olan Zuckerman, aynı zamanda Global Voices’ın da kurucusu. Yıllardır gerçekleştirdiği akademik çalışmalar ve aktivizmi onun özellikle bu konuda hem ABD özelinde hem de küresel bir perspektife sahip olmasını sağlıyor. Kitabı okurken de bunu her bölümde fark ediyorsunuz. Genellikle ABD örnekleri üzerinden ilerliyor olsa da Zuckerman’ın yaklaşımı ve tezleri ABD’ye özgü olmaktan fazlasıyla uzak. Yaşanan bu güven sorununun kökenine ve buna dair çözüm yaklaşımlarının biçimlerine dair oldukça derinlikli bir perspektif sunuyor.
İki önemli yaklaşım: kurumcular ve isyancılar
Kitabın merkezine aldığı konu, hayatımızın neredeyse her alanında hissettiğimiz bu güvensizlik sorununa dair farklı bakış açıları ve çözüm yolları. Fakat bunu yaparken sorunun nasıl ortaya çıktığını ve büyüdüğünü de özenli bir şekilde ele alıyor Zuckerman. Bu sayede kitap sadece günümüzdeki farklı çözüm yaklaşımlarını anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda bu yaklaşımları sorunun kaynaklarıyla birlikte bir bağlama yerleştiriyor.
Bu yaklaşımın en önemli faydası, bizlere sorunu daha geniş bir perspektif ile inceleme imkânı vermesi. Medya ve gazeteciliğin kaybettiği güven üzerinden açıklayacak olursam, bu sorun konuşulurken sosyal medyayı, algoritmayı ya da “fake news” gibi o sırada popüler olan bir kavramı sorunun tek kaynağı gibi görme ve tartışma hatasına sıkça düşülüyor. Böyle kısıtlı bir şekilde baktığımız zaman da gerçekten etkili olabilecek bir çözüme ulaşmakta zorlanıyoruz.
Sorunun boyutunu tam olarak kavrayamadığımız zaman bu sorunun yarattığı koşullar karşısında gerekeni yapamıyoruz. Zuckerman “güveni kaybetmek kolay, geri kazanması zordur ve kurumsal güven kaybı genellikle kurumların yetersiz performansından kaynaklanır” derken tam olarak bunu kastediyor. Bir kurum olarak gazeteciliğin kendisi ve tekil kurumların hepsi de bundan muzdarip.
İhtiyaç duyulan performansın ne olduğunu anlamak için de güven sorununa dair iki önemli noktayı kavramamız gerekiyor: Sorunun çok derin bir kaynağı olduğu ve bu sorun karşısında insanların farklı yaklaşımlar geliştirebileceği.
Zuckerman, sorunun en önemli kaynaklarından birisinin Thatcher ve Reagan ile birlikte devlet anlayışının değişmesi olduğunu söylüyor. Bu salt bir neoliberalizm eleştirisi değil, en temel devlet kurumlarının meşruluğunu sarsarak bu kurumlara olan güveni yıktıklarını gösteriyor. Devlet kurumlarına olan güvenin yıkılmasıyla birlikte toplumda hemen her kuruma karşı bir güven kaybının başladığını belirtiyor.
Günümüzdeki sorunun ise giderek büyüyen bu toplumsal güvensizlik hâlinin farklı amaçlar ve yeni araçlar ile manipüle edilmesi olduğunu söylüyor Zuckerman. Trump’ın ve aynı kategoriye alınan diğer birçok siyasetçinin de bu durumdan faydalandıklarını ve Arendt’in “örgütlü yalancılık” kavramını bir siyasi taktiğe dönüştürdüklerini gösteriyor.
Bu da bizleri medya ve gazeteciliğe karşı olan güven sorununu düşünmeye itiyor. Tüm bu koşullar içerisinde hemen her kurumsal yapı gibi gazetecilik de bu güven kaybından nasibini aldı, almaya da devam ediyor. Ne var ki, gazetecilikten çok daha büyük bir sorunu, bu dar alan içerisinde, “post-truth”, “fake news” ve sosyal medya gibi günah keçileriyle çözmeye çalıştığımız için çok fazla ilerleme kaydedemedik.
Oysa bu aşamada gazeteciliğin asıl odaklanması gereken soru okurların ne istediği, neye ihtiyacı olduğu olmalı. ”Kurumlara karşı güvensizliğin aşırı yükselmesine karşı en sık verilen tepki ilişkiyi kesmektir” diyor Zuckerman. İnsanların giderek daha az haber okuması ya da habere farklı kaynaklardan ulaşmayı tercih etmesi de bunun bir kanıtı. O zaman düşünmemiz gereken asıl mesele ortada: Neden insanlar bu kadar karamsar bir şekilde güvensizleşti ve bunu değiştirmek için ne yapılabilir?
Çünkü ilişkiyi kesmek genellikle değişime ya da iyileşmeye dair hiçbir umudun kalmaması anlamına gelir. Zuckerman’ın kurumlardaki değişime dair iki farklı yaklaşım tezi de burada bizler için önemli: kurumcular (institutionalists) ve isyancılar (insurrectionists). Kurumcular, bir yapıya güvenlerini yitirdiklerinde ya da sorun gördüklerinde o yapıyı içeriden değiştirmeyi tercih ederken isyancılar ise mevcut olanı terk edip yerine daha iyisini yapmayı tercih ediyor. Bu iki grubu tanımanın ve yaklaşımlarını anlamanın önemli olduğu kitap boyunca birçok kez vurgulanıyor, çünkü iki yaklaşımın da bize içerisinde yaşadığımız soruna dair önemli içgörüler sağladığını gösteriyor Zuckerman.
Kitap her iki grubu da detaylı bir şekilde incelese de ben özellikle isyancılar dediği kısmın yaklaşımı üzerinde durmak istiyorum, çünkü medyanın güven sorununu anlamak için önemli olduğunu düşündüğüm birkaç nokta var. Yukarıda da söylediğim gibi, isyancı yaklaşım genellikle mevcut yapılarda değişim beklentisinin kalmaması demek. Ama bu, değişimden tamamen umudunu kesmek değil. Bunu farklı yollarla, yeni yapılarla ve gerçekten değişimi sağlayabildiklerini görebildikleri biçimlerde yapmaları demek.
Ancak böyle bir etki her zaman kolay ve hızlı bir şekilde yaratılmıyor. Yeni kurumların ortaya çıkması ve büyümesi, mevcut sorunlu normların değişmeye başlaması ve geri kalan her şeyin bu değişime uyum sağlaması bir anda olabilecek şeyler değil. Aynı zamanda artık terk edilmeye başlanan yapıların giderek daha da kötüleşiyor olması da durumu zorlaştırabiliyor.
Tüm bunlar da insanların yeterince etkili olamadıklarını düşünmelerine ve bu yüzden daha hızlı bir şekilde değişim için gösterdikleri çabanın etkisini görebilecekleri yollara başvurmalarına neden olabilir, her ne kadar bu çabaların sorunun çözümüne hiçbir faydası olmasa da. Çünkü Zuckerman’ın da kitapta belirttiği gibi, “günümüzde sosyal değişimin kilit içeriği etkililiktir: Sizin, bireysel olarak, dünyada bir etki yarattığınızı görebilmeniz”.
Kitap neden önemli?
Genel olarak Mistrust, güven sorununa ve içerisinde bulunduğumuz küresel atmosfere dair en kapsamlı analizlerden birisini ortaya koyuyor. İçerisinde yaşadığımız dünyanın daha iyi bir yer hâline gelmesi için kafa yoran herkese önerebileceğim bir kitap. Bu yazıda değinemediğim önemli ve üzerine düşünülmesi gereken daha birçok tez var.
Medya ve gazetecilik alanındakiler ise hem içinde bulunduğumuz yapının güven sorununu daha iyi anlamak ve daha etkili çözümler üretmek için hem de haberini yaptığınız olayları ve hitap ettiğiniz okurları daha iyi anlayabilmeniz için mutlaka Mistrust’ı okumalı.