Yanlış bilgi hakkında yanlış bildiklerimiz

NewsLabTurkey Ne Okuyor’dan Herkese Merhaba!

Bu hafta yanlış bilgi konusundaki yanlış bilgilere ve komplo teorilerine değinmek istedim. Özellikle Birleşik Krallık’ta yayınlanan Cambridge Analytica raporu ve The Social Dilemma belgeseli bu konuda bazı önemli noktaları hatırlamamız gerektiğini düşündürdü.

“Ne Okuduk” bölümünde ise medyanın krizden nasıl kurtulabileceği, QAnon ve New Yorker kapakları gibi çok çeşitli bir derleme var. Media 2070 projesi ise bu sektördeki herkesin okuyup üzerine düşünmesi gerektiğine inandığım bir başlık.

Görüş, yorum ve önerilerinizi her zaman bekliyorum. Haftaya görüşmek üzere!

—Ahmet A. Sabancı

Bu hafta ne okuduk?

DEVLET DESTEĞİ MEDYANIN KURTULUŞU MU?

COVID-19 ile birlikte gazetecilik için ekonomik krizin ne kadar ağır bir şekilde yaşandığından ve bunun mevcut sıkıntılar ile birlikte nasıl ciddi bir soruna evrildiğinden sıkça bahsettik. Bu konuda ortaya sıkça atılan çözümlerden birisi ise devletin farklı yollarla gazeteciliğin ayakta kalmasını sağlaması.

Victor Pickard’ın 2019 yılında çıkan kitabı Democracy Without Journalism? Confronting The Misinformation Society bu sorunu ele alan ve benzer bir çözüm önerisini pandemi öncesinde teklif eden güncel çalışmalardan birisi. Anya Schiffrin’in yazısı hem Pickard’ın fikirlerini hem de bu fikirlerin geçerliliğini güzel bir şekilde inceliyor ve onu günümüz koşulları ile güncelliyor.

Fakat devlet desteği konusu büyük riskleri olan ve gerçekten dikkatli bir şekilde ele alınması gereken bir konu. Sağlam denetim mekanizmaları olmadığı zaman bunun hızlıca devlet için bir kontrol aracına dönüşebileceği malum. Birleşik Krallık’ta BBC’nin yaşadıkları ise bu konuda asla “yeterli” seviyede olamayacağımızın bir işareti olabilir. Belki de bu tartışmaları da kullanarak gazeteciliğin ekonomik imkanlarını “piyasa kapitalizmi” ve “devlet desteği” ikileminin ötesinde düşünmeye başlamamız gerekiyor.

GENÇ BİR NEW YORKER SANATÇISININ HİKÂYESİ

New Yorker sanırım okumaktan en çok keyif aldığım dergilerden birisi. Dergiyi özel kılan yanlarından birisi kapakları, zaten kendi başına ayrı bir üne sahip. Bir sanatçı için “New Yorker kapağı çizdim” diyebilmek büyük bir gurur kaynağı ve kariyerleri için yeni bir dönemin başlangıcı.

Bu yüzden bu yılın en çok konuşulan ve sevilen kapaklarından birisinin sanatçısı ile yapılan röportaj, kim olduğunu hiç bilmediğim halde ilgimi çekti. 27 yaşındaki Grace Lynne Haynes, sadece bu yıl iki New Yorker kapağı çizmiş ve önümüzdeki günlerde kendi sergisini açıyor. Eğer New Yorker kapağını çizmeseydi belki de böyle bir sanatçıdan asla haberim olmayacaktı.

Tüm bunları anlatma sebebim ise aslında bir yayının her parçasının ne kadar önemli ve değerli olabileceğini göstermek. Bunu bilerek bir şeyler ürettiğiniz zaman ortaya koyduğunuz işin de kalitesi artıyor. Haynes gibi genç ve yetenekli sanatçıları bulup size kapak çizmesini istemek de sanırım yaptığınız işe verdiğiniz önemin en büyük göstergelerinden birisi.

QANON MUHABİRİ OLMAK

Bültenin sık konuşulanları diye bir kategori yapıyor olsaydım, listenin en yeni üyesi muhtemelen QAnon olurdu. Başlarda benim gibi internetin ücra köşelerine kadar gidenlerin ismini duyduğu bu komplo teorisi üzerine son aylarda sıkça yazmak zorunda kaldım.

Bu hafta da QAnon gündemimiz doluydu. Facebook bu hafta QAnon ile ilgili hemen her şeyi platformdan kovdu. İnsanlar doğal olarak “neden şimdi?” diye sormaya başladı. Trump’ın Koronavirüs’e yakalanması da QAnon için güzel bir malzeme oldu.

Ama bunların yanında bu hafta yayınlanan iki yazıyı özellikle paylaşmak istiyorum. İlki Sam Thielman’ın QAnon komplo teorisinin nasıl yayılıp ABD siyasetini şekillendirecek noktaya geldiğini anlatan yazısı. Özellikle geçmişine hakim değilseniz iyi bir başlangıç olabilir. Diğeri ise NYT muhabiri Kevin Roose’un normal bir teknoloji muhabiriyken nasıl yarı zamanlı QAnon muhabirine dönüştüğünü anlattığı yazısı. İkisi de bu komplo teorisinin ve genel olarak internet zamanlarında komplo teorilerinin işleyişine dair önemli bilgiler içeriyor.

MEDYA VERDİĞİ ZARARI NASIL TELAFİ EDEBİLİR?

Medya ve gazeteciliğe dair konuşulması gereken ama “bir türlü sıra gelmeyen” birçok konu var. Bunlardan birisi de medyanın ayrımcı, ön yargılı ve mevcut koşulları destekleyen duruşu ve yayınlarının verdiği zarar. Medyanın bu duruşu ile sebep ya da destek olduğu zararı telafi etmek için bir şeyler yapması gerekmez mi?

Media 2070 ABD ve siyah karşıtı medya pratikleri üzerinden bu soruyu soran uzun bir makale. Sorunu kökten ve kapsamlı bir şekilde ele alan makale bundan 50 yıl sonrasına bakıyor ve bu telafinin nasıl olabileceği üzerine fikirler üretiyor. Makale boyunca birçok ilham verici fikir ve yaklaşım var. Belki ABD’de yaşamıyoruz ama aynı soruyu burada da cevaplamamız gerektiğini söylememe gerek olmadığını düşünüyorum.

KISA KISA
  • Yeni bir akademik çalışma, gazetecilerin bir kısmının güven sorununu çözmek için geliştirdikleri yaklaşım ile aynı zamanda gazeteciliğin tanımında da bir evrimi getirdiğini söylüyor.
  • Twitter’ın moderasyon sisteminin politik amaçlarla manipüle edilmesi, Ugandalı bir iklim aktivistinin hesabını kaybetmesine neden oldu.
  • Facebook önümüzdeki ABD seçimleri sonrasında politik reklam almaya ara vereceğini duyurdu.
  • What’s New In Publishing’in yeni raporu yayıncıların COVID-19 sürecini nasıl yönetebileceğine yönelik taktikler içeriyor.
  • İnternetten veri kazımaya başlamak istiyorsanız ama zor geliyorsa, RJI’da ilk adımınızı daha kolay hale getirecek bir rehber mevcut.
  • ABD Meclisi teknoloji devleriyle ilgili antitröst raporunu yayınladı. Büyük bir adım ama ne kadar etkisi olacağı şimdilik meçhul.
  • 6Mois ödülünün bu yılki sahibi ilkim krizi çağında turizmi inceleyen projesiyle Marco Zorzanello oldu.
  • Vietnam’ın önde gelen bağımsız gazetecilerinden Pham Doan Trang “devlete karşı geldiği” için tutuklandı.

Haftanın odağı: Yanlış bilgi sorununa dair yanlış bildiklerimiz

Sosyal medyada yanlış bilgi, manipülasyon ve propaganda üzerine çok şey yazılıyor ve söyleniyor. Bunların bir kısmı gerçekten önemli olsa da aslında bu diyalogun önemli bir kısmını da abartılı iddialar, yanlış yaklaşımlar ve sorunlu veriler oluşturuyor. Yanlış bilgiye dair yanlış bilgilerin varlığı oldukça poetik görünse de bu durum aslında sorunu ele alma şeklimizi ve çözüme yaklaşma ihtimalimizi ciddi bir şekilde düşürüyor.

Bahsettiğim yanlış yaklaşımların temelinde iki önemli sorun yatıyor. Bunlardan ilki politik ön yargılar. Yani yanlış bilgiye dair sorunun kaynağını “rakip” politik grup veya gruplarda görmek, geri kalan her şeyin mükemmel olduğu ama soruna onların sebep olduğunu düşünmek. Bu hem tamamen yanlış bir yaklaşım hem de aşırı özgüvene ve katı bir perspektife sebep olduğu için sorunu tam olarak kavrayamamaya sebep oluyor.

Bunun en taze örneği geçtiğimiz hafta UK Information Commissioner tarafından Cambridge Analytica üzerine hazırlanan raporun sonuçları. Hatırlıyorsunuz değil mi Cambridge Analytica’yı? Rapor hiçbir şekilde Rusya ilişkisi bulabilmiş değil. Yani görünen o ki bu korkunç şirketin arkasında Ruslar yokmuş. Ayrıca yapılan birçok başka araştırma da başka devletlerin bu konudaki çabalarının aslında etkili olmaktan fazlasıyla uzak olduğunu gösteriyor.

Tıpkı bu teknolojilerin ve şirketlerin de aslında gözümüzde büyüttüğümüz kadar başarılı olamaması gibi. Aynı rapor Cambridge Analytica’nın organize ettiği kampanyaların etkisinin kayda değer olmadığını gösteriyor. Evet, niyetleri kötü ama bu niyeti hayata geçirmek söz konusu olduğunda çok da başarılı değiller. Tıpkı Twitter’daki aşı karşıtı içeriğin yalnızca %4’ünün botlar tarafından üretilmesi ve bu içeriğin pek de etkisinin olmaması gibi.

Teknolojiye karşı bu abartılı yaklaşım geçtiğimiz haftaların meşhur belgeseli The Social Dilemma’da da mevcut. Belgesel, mevcut platformları ve sistemleri tasarlayıp bundan kâr eden ve onların gücünü abartarak karşı tarafa geçtiği izlenimi vermeye çalışan insanların perspektifinden ibaret. Bu yüzden söyledikleri şeylerin bir kısmı gerçekleri fazlasıyla abartıyor, bir kısmı ise doğrudan yanlış. (Bunu biraz da kendi egolarını okşamak için yaptıklarını da düşünmüyor değilim.)

Ama bu konuya daha ciddi bir şekilde yaklaşmak istiyorsak bu abartılara ve yanlış bilgilere kanmamamız gerekiyor. Rusya, Çin, Facebook, Cambridge Analytica veya Twitter gibi tek bir şey seçip bunu kesin düşman ilan etmek ve onlara ilahi güçler atfetmek günün sonunda yalnızca oyalanmamıza neden oluyor.

Bunları bir kenara bırakıp daha geniş bir perspektiften bakarsak sorunun ne dış mihraklar, ne bir teknoloji ne de bir şirket olduğunu görebiliyoruz aslında. İçinde bulunduğumuz sorunların özünde bireyler ve toplumlar olarak içerisinde yaşadığımız sistem var; ve dünya bizi kamplaşmaya ve kolay çözümlere yönelmeye itiyor. Tüm bu “kötüler” de bu insani yanımızın manipüle edilmesini kolaylaştırıyor ama bunda başarılı olabiliyorlarsa bu onların zekâsının değil, bizim de bu durumdan memnun olduğumuzun bir göstergesi.

Ama bunun değişebileceğine dair de birçok işaret var. Tıpkı çoğu zaman bir grup insanın doğrulama konusunda gayet başarılı ve hızlı olabildiğini gösteren çalışmalar gibi. Yani eğer isterse insanlar bu komplo teorilerine ve manipülasyonlara düşmemek ve onları yaymamak konusunda da gayet başarılı. Bu yüzden asıl odaklanmamız gereken nokta medyanın, internetin ve toplumun bunu teşvik edecek bir ortam olmasını sağlamak. Bu kötülerden birini yenince veya daha iyi bir teknoloji üretince sorun çözülmeyecek.

Eğer bu yaklaşım değişimi gerçekleşmezse, önümüzdeki her yıl bir başka The Great Hack, The Social Dilemma türevi bir belgesel daha izleyip aynı şeyleri konuşmaya devam ederiz.


Bu bülten Heinrich Böll Stiftung Türkiye Temsilciliği desteğiyle yayınlanmıştır.

Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
İlginizi çekebilir