NewsLabTurkey Ne Okuyor’dan Herkese Merhaba!
Bu haftanın odağında tüm dünyanın birlikte kullandığı platformlarda içeriği yönetmenin ve denetlemenin ne kadar mümkün olduğunu ve bu sorunun nasıl katmanları olduğunu ele almaya çalıştım. Her geçen gün karşımıza yeni bir şekilde çıkan bu soruna dair böyle bir arka plan metni önümüzdeki günlerde faydalı olacaktır.
“Ne Okuyoruz” bölümünde ise ağırlık, yapılan dikkat çekici araştırmalar ve sonuçlarında. Yavaş gazetecilik ve medyaya bakış konusundaki yeni araştırmalar ve Assange davasındaki son gelişmeler gibi birçok konuyu bu bölümde okuyabilirsiniz.
Görüş, yorum ve önerilerinizi her zaman bekliyorum.
Haftaya görüşmek üzere!
—Ahmet A. Sabancı
Bu hafta ne okuduk?
YAVAŞ GAZETECİLİĞİ KİM İSTER?
Sosyal medya ve her dakika gelen “son dakika” haberleri insanların daha az haber tüketmelerine veya haberlerden yorulmalarına sebep oluyor, bunu hemen hepimiz biliyoruz. Peki buna alternatif olarak kendisini sunan yavaş gazeteciliğin okur kitlesi kim?
Danimarka’da bunu merak eden araştırmacılar, meşhur yavaş gazetecilik yayını Zetland üzerinden bir çalışma gerçekleştirmiş. Sonuçlar hiç şaşırtıcı değil. 2 aylık ücretsiz abonelik teklifini kabul edenlerin büyük bir kısmı yalnızca 1-2 yazı okurken, siteyi aktif olarak kullananların önemli bir kısmı zaten düzenli olarak “hızlı haber” tüketenler oldu.
Bu da aslında yavaş gazetecilikle ilgili önemli bir gerçeği görmemizi sağlıyor. Her ne kadar insanların hızlı gazetecilik alışkanlıkları yüzünden daha az haber tükettiğini düşünsek de aslında yavaş gazeteciliğin sunduğu derin habercilik yaklaşımı buna bir çözüm olmak yerine zaten haber tüketenlere daha derin bir seçenek oluyor.
ASSANGE’IN İADE DAVASINDA İLGİNÇ İDDİALAR
ABD’nin Casusluk Yasası kapsamında Julian Assange’ı İngiltere’den alma isteğine dair dava devam ediyor. Her ne kadar her şeyin Assange üzerinden konuşuluyor olması büyük bir sıkıntı olsa da, davayı ABD’nin kazanması ABD’deki basın özgürlüğüne karşı büyük bir darbe olacak.
Bununla birlikte Assange’ın savunma ekibinin geçtiğimiz hafta içerisinde mahkemeye sunduğu iddia ise Trump ve ekibinin Wikileaks’i ve Assange’ı kendi çıkarları için kullanmak istediklerini gösteriyor. Avukatların iddiasına göre Trump’ı temsilen Assange ile görüşen Cumhuriyetçi meclis üyesi Dana Rohrabacher ve Trump’ın yakın çevresinden Charles Johnson 2017 yılında Assange’a 2016 e-posta sızıntılarının kaynağını onlara söylemesi karşılığında Trump’ın onu affedeceğini söylemiş. Ama bu teklif kabul edilmediği için bu dava açılmış.
Assange zaman zaman böbürlenmek için hikâyeler uydursa da böyle bir teklifin gerçekleştiğine neredeyse herkes emin. Bunun davaya ne kadar etkisi olur bilinmez ama hakimlerin ABD’nin iade isteğini daha derin bir şekilde sorgulamasına neden olacağı kesin.
PANDEMİ SONRASINA DAİR BİR RAPORDAN MEDYA TABLOSU
The New Normal? isimli çalışma yedi ülkeyi kapsayan (Almanya, ABD, İtalya, Birleşik Krallık, Hollanda, Fransa ve Polonya) ve genel olarak bu yedi ülkede yaşayanların pandemi ile toplumsal ilişkiler ve güven gibi konularda nasıl bir değişim geçirdiklerini göstermeyi amaçlayan bir rapor. Bu rapor için yapılan çalışmanın bir parçası olarak katılımcıların katılıp katılmadığını sordukları fikirlerden birisi de şu: “Medya yalnızca verileri sunmak yerine kendi ajandasını takip ediyor.”
Soru biraz sorunlu ama yine de insanların medyaya dair perspektifini anlamak için işe yarayacak seviyede. Sonuçlar ise ilginç. Ülke bazında en düşük Almanya (%49) katılıyor, en yüksek ise Birleşik Krallık (%75). Diğer ülkeler %60’larda. Raporda bir diğer önemli veri ise bu soruyu ülkeler ve toplum içerisindeki farklı politik eğilimler arasında da kıyaslayarak sunması. İtalya, Hollanda ve Polonya’da hemen her kesimin bu görüşe katılma oranları aynı.
Diğer ülkelerde iş değişiyor. Fransa’da genel kesimde bir denklik olsa da aşırı sağa kaydığımızda görüşe katılma oranı %82’ye çıkıyor. Almanya’da genel rakam %40’lardayken aşırı sağda %80’i buluyor. Ama dev uçurum ABD’de. İlerici aktivistler ve liberallerde rakam %22. Geleneksel ve aşırı muhafazakârlarda (yani aşırı sağda) ise %89 ve %98. Böylesine dev bir uçurumun olduğu toplumlarda sorunu medyanın çözmesine imkân yok.
“TOPLUCA YÖNETİLEN YAPAY DAVRANIŞ”
Ya da İngilizcesiyle “coordinated inauthentic behavior”. Bu kavram üzerine bültende bir şeyler yazmak istiyordum ama Wired bu yazıyı yayınlayana kadar geçerli bir fırsat çıkmamıştı karşıma.
Yazıdan da anlayacağınız üzere yeni bir kavram ve birçok farklı kesim bunu kullansa da tam olarak ne anlama geldiğini tarif edebilecek kimse yok. Çünkü bizim gündelik internet dilinde “trol saldırısı” dediğimiz şeyleri tarif etmek için üretilmiş olsa da bu “saldırıları” tam olarak tanımlamak mümkün olmadığı için ucu fazlasıyla açık ve manipüle edilmeye müsait bir kavramla baş başa kaldık.
Çünkü bu kavramın altına insanların belirli bir zamanda toplu olarak bir etiket kullanmasını da ekleyebilirsiniz, bir grup vatandaşın bir politikacıya topluca tepki göstermesini de eğer isterseniz bu şekilde tanımlayabilirsiniz. Çünkü bunların bir yerden yönetildiğini kanıtlayamazsınız ama yönetilmediğini de kanıtlayamazsınız. Bu ve bunun gibi muğlaklıklar hem platformlara hem de onların üzerinde baskı kurmak isteyenlere oldukça kullanışlı bir araç sağlıyor.
Bu konuyu daha derin bir şekilde haftanın odağında konuşmaya devam edeceğim.
KISA KISA
- Eğer son dakika sürprizi olmazsa bugün akşam saatlerinde WeChat, 12 Kasım’da da TikTok ABD’de indirilemez hâle gelecek.
- Sınıf farkı ve yaşam tarzı gazeteciliği üzerine ilginç bir çalışma.
- Guardian’daki gazeteciler pandemi sebebiyle işten çıkarmaların gereksiz ve panikle alınan bir karar olduğunu söylüyor.
- NYT ve Facebook Artırılmış Gerçeklik yayıncılığı konusunda bir ortaklığa başladı. İlk örnekler çok basit ama ileride gelişebilir.
- COVID-19 ile ilgili yanlış bilgilerin yayılmasında öfkenin önemli bir rolü var. Öfkeliyken sosyal medyadan uzak durmak lazım.
- Mathew Ingram’ın Cory Doctorow ile gerçekleştirdiği gözetim kapitalizmi röportajını okumanızı tavsiye ederim.
- James Fallows ABD medyasının 2016’dan hiçbir şey öğrenmediğini söylüyor. Maalesef haklı görünüyor.
Haftanın odağı: Milyonların ürettiği içeriği denetlemek
İçerik denetlemenin tanımı normal bir dijital haber yayıncısı için çok açıktır. Haber ve köşe yazıları editörlerden ve varsa hukuk departmanından geçer. Eğer aktifse yorumlar bölümünü de denetleyecek bir moderatör ekibi olur. Peki her gün yüz milyonlarca insanın istediği içeriği paylaşabildiği bir platform yönetiyorsanız ne yapacaksınız? Böyle bir akış nasıl yönetilebilir?
İçerik yönetimi internetin herkesin kullanımına açıldığı zamandan bu yana çözülemeyen bir sorun. Günümüzde sosyal medya platformlarıyla ilgili yaşadığımız sorunların büyük bir kısmı da buradan başlıyor. Dünyanın her yerinden insanın kullanımına açık olmak ama merkezin bir ülkede olmasından, yöneticilerin dünyaya bakışlarına kadar birçok faktör bu içerik yönetimi konusundaki karmaşada rol oynuyor.
Yöneticilerle başlayalım. Mark Zuckerberg ve Daniel Ek gibi isimlerin dünyaya bakışı ve politik duruşları bu içerik yönetim kurallarının nasıl şekilleneceğinden tutun da nasıl uygulanacağına kadar birçok şeyi etkileme gücüne sahip. Benzer bir şekilde bu şirketlerin kuruldukları ülkelerin toplumsal normları bir anda küresel bir kurala dönüşebiliyor. Tıpkı bütün sosyal medya platformlarında kadın meme ucunun yasak olması gibi.
Bir de işin siyasi boyutu var. Eğer yüzlerce ülkede hizmet veriyorsanız içerik yönetimi konusunda her ülkeye uymak ya da o ülkeden vazgeçmek gibi bir ikilem doğuyor. Birçok platformun Çin’de erişilemez olması gibi örneklerin yanı sıra, bu ikilemin farkında olan ülkelerin daha katı sansür ve gözetim yasaları çıkartarak bu şirketleri manipüle etmesi de artık sıkça gördüğümüz bir durum.
Bunun gibi birçok ipin üzerinde aynı anda yürümeye çalışıldığı zaman durum fazlasıyla saçma bir hal alabiliyor. Olabildiğince güvenli ve “temiz” bir alan yaratmak istediğiniz anda birçok riskli görünen ama faydalı içeriği engelleyebiliyorsunuz. Her şeyi “doğrulamaya” çalışırken daha derin bir bakış açısına alan bırakmıyorsunuz. Bunun aksini yapıp “herkese açık” bir ortam yarattığınızda da sonuç 4chan oluyor.
Buna bir çözüm bulmak zor. Daha önce eşi benzeri olmayan bir iletişim ve içerik üretim yoğunluğundan bahsediyoruz sonuç olarak. Ama emin olduğumuz şeylerden birisi bunu otomasyonla veya yapay zekâyla yapmanın mümkün olmadığı. Çünkü yapay zekâ sistemleri şu ana kadar işin sadece daha kötüye gitmesine neden oldu. Durum o kadar kötü ki gazetecilerin ellerindeki önemli kaynak ve kayıtları kaybetmelerine bile sebep olabiliyor.
Bu bülten Heinrich Böll Stiftung Türkiye Temsilciliği desteğiyle yayınlanmıştır.