İyi gazetecilik siniklere göre değil mi?

İyi gazetecilik nedir? Tartışılabilir, daha doğrusu ölçülebilir bir şey midir? Gazetecilik, ortaya koyduğu ve de peşinden koştuğu veriler nedeniyle somut; yöntemleri, kişiye ve koşullara göre değişkenliği, hatta yoruma açık oluşuyla da soyut bir iş. Öyleyse, bunun ölçütünü kim belirleyecek? Muhtemelen iyi bir gazeteci bu anlamda bir ölçüt olabilir. Peki, o iyi gazeteci kim? O da muhtemelen haberin doğrusu kadar, kişisel ve mesleki anlamda da doğrunun peşinden koşan, bu anlamda şeffaf olmayı başarabilen biri olabilir. Ryszard Kapuściński bu anlamda eşine az rastlanır türden bir örnek. Çünkü o, gazeteciliği de doğruluk penceresinde değerlendiren, eğrisini doğrusunu gerçekten dürüstçe dile getiren, iğneyi de çuvaldızı da kendine batıran bir meslektaş. Bu da onun deneyimlerine ve çıkarımlarına bir ders niteliği kazandırırken gazetecilik mesleğini de kutsuyor.

DeliDolu Yayınları’ndan çıkan Bu İş Siniklere Göre Değil, Kapuściński’nin gazetecilik yaklaşımını anlayabilmek için iyi bir fırsat. Aslında Kapuściński’nin üç ayrı söyleşisini bir araya getiren kitap, “İyi gazetecilik üzerine konuşmalar” altbaşlığıyla dikkat çekiyor ve onun iyi gazeteciliğe dair sorulara yanıt verdiği, 27 Kasım 1999’da, Capodarco di Fermo’da gerçekleştirilen, “Uluslar ve Sınıflar Üzerine / Elit, Katılımcı, Duyarsız: Hangi Gazetecilik?” başlıklı 6. “Kamu Gazetecileri” semineri bünyesinde Maria Nadotti’nin modere ettiği söyleşiyle açılıyor. Yıllarca Afrika, Güney Amerika ve Orta Doğu gibi zorlu coğrafyalarda çalışan Kapuściński, bu söyleşide kendi deneyimlerinden de süzerek gazeteciliğin ilkelerine, yöntemlerine, zorluklarına, entelektüel ve ahlaki sorumluluğuna ilişkin görüşlerini dile getiriyor. Böylece bu, herhangi bir söyleşi olmaktan çıkıyor ve apaçık bir gazetecilik dersine dönüşüyor.

Medyatik olmanın narsistik zevki

Söyleşide, Kapuściński evvela gazetecinin mekân algısına ve narsistik zaaflarına değiniyor. Dünyanın en zorlu noktalarında mesleği icra edebilmesinin kilit noktalarından birinin kalabalığa karışmakta çok başarılı olması ve gittiği her yerin yerlisi sanılması olduğu belirtilen gazeteci, bunun önemini çok net bir şekilde şu cümlelerle açıklıyor: “…tutum ve davranışlarınız kim olduğunuzu açıkça belli ediyorsa, sıradan insanlarla iletişim kurmanız güçleşir ve böylece ilk ağızdan bilgilere ulaşmakta sorun yaşarsınız; sonunda iktidarın reklamının yapıldığı basın toplantılarının takıntılı ve gittikçe kafası daha fazla karışan bir takipçisi olup çıkarsınız.” Kapuściński, kendisine mesleki anlamda büyük getirileri olan bu özelliğin tüm gazeteciler tarafından uygulanabilir olmadığının elbette farkında. Gazeteciliğin göz önünde olmakla olmamak arasındaki o ince çizgisinde hangi tarafın seçildiği, burada önemli bir kıstas: “Bu da medyatik olmanın narsistik zevklerinden vazgeçmekle ve anonim kalmanın faydalarını görebilmekle mümkündür.” Ve elbette meslekten beklentilere dair de aydınlatılması gereken çok kritik bir nokta, -hatta Kapuściński’ye göre bir ilke- daha var: “…bu da mesleğimizi zengin olmak için basit bir araç olarak görmemek gerekliliğidir.”

Kapuściński’nin sözünü ettiği bu ilkeleri hayata geçirdiğinde aldığı karşılıklar ise gerçekten doyurucu. Humeyni devrimi öncesinde İran’daki gelişmeleri takip eden gazeteci, ülkede bulunduğu tarihlerde Avrupa dillerini konuşmanın yasak olduğunu anımsatıyor ve Farsça bilmeyişinin kendisini işlevsiz kıldığını söylüyor. Üstelik resmi kaynaklar yabancı basına haber geçmek gibi bir kaygı gütmüyor ve elbette gösterilerle ilgili haberler sıkça sansüre uğruyor. Böylesi bir durumda haber nasıl üretilebilir? Özellikle Farsça bilmediği için alternatif haber kaynakları bulmakta zorlandığını belirten Kapuściński’den doğrudan aktaralım: “…bir süre sonra anladım ki, önemsiz gibi görünen birtakım ufak tefek ipuçlarını takip ettiğimde nelerin olacağını öngörmek zor değildi. Mahallelerden birindeki işlek bir sokakta yer alan küçük bir dükkânın, hani şu, sokağın ortasına kadar tezgâh açan küçük dükkânlardan birinin, belirli günlerde tezgâhı kurmadığını hatta dükkânı açmadığını fark ettim. Bu ipucundan, bir haber ajansından gelen güvenilir bir habermiş gibi faydalanabilirdim. Dükkân sahibi, açıkça haberdar olduğu meydanlardaki gelişmelere göre kendince bir eylem planı hazırlıyordu. Böylece şehirde nerede, ne zaman, nelerin olacağını bilmek isteyenlere mesajını ulaştırmış oluyordu.” Bununla beraber gazeteci, bir haberi yalnızca imza sahibine mâl etmemek gerektiğini de anımsatıyor: “Bir röportaj diğer insanların yardımı olmadan yazılamaz. Bu yardım olmaksızın haber de yazılamaz. Altında sadece yazanın imzası olsa da her röportaj gerçekte birçok kişinin eseridir. Gazeteci gerekli düzenlemeleri yapan son yazardır, ancak malzemeyi sağlayan çok sayıda kişi vardır.”

Başkaldıran, üniformasız ve ruhsatsız sözcüklere ihtiyacımız var

Kapuściński, medyanın iktidar aygıtlarından biri olduğu bilincini asla yitirmiyor ve aslında bu gerçeğe savaş açıyor. Öyle ki yaşamımızı tarif ettiğimiz kavramların bile üretilmiş, bir nevi öğrenilmiş çaresizlik ifadeleri olduğunu keşfeden gazeteci, meslektaşlarının bu anlamda da önemli bir görev üstlendiğini ilan ediyor: “…serbest dolaşımdaki, özgür, kaçak, başkaldıran, üniformasız ve ruhsatsız, zorbaların korkulu rüyası olan sözcüklere ihtiyaç vardır. İktidarın silahlarını, tarihin açıklanamayan gizemli bir anında tümden etkisiz kılan sözcükler, isyanın ve mücadelenin araçlarıdır. Yani habercinin, iyi bir gözlemci olmasının yanı sıra, iyi bir dinleyici olması ve günümüz dünyasındaki siyasi olaylar ile günlük hayat arasındaki uçurumu görebilmesi gerekir.”

Tüm zorlu koşullara rağmen gazetecilik faaliyetlerinin bir kamu görevi olduğu, hepimizin malumu. Fakat Kapuściński, basının kamuoyu oluşturmada önemli bir silah olmanın ötesindeki gücüne de dikkat çekiyor: “Bir olay basında yer almıyorsa, aslında hiç olmamış demektir. ‘Haber bültenleri’ ise dünyada olup bitenleri öğrenebileceğiniz tek yoldur,” diyor. Elbette bu lafı ettiğinde teknoloji henüz bugün geldiği aşamaya uzak bir noktadaydı. Kapuściński’nin teknolojiyle birlikte medya dönüşümüne şahit olabildiği tek nokta haberin bir promosyon aracına dönüşmesi ve niteliğini kaybettiğiyle ilintili: “Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, özellikle de son yıllarda, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve teknoloji, iletişim devrimleriyle birlikte iş çevreleri bir anda gerçeğin de siyasi mücadelenin de bir öneminin olmadığını fark etti. Habercilikte önemli olan dikkat çekmekti. Haber-sansasyon bağını bir defa kurdunuz mu, bu türden bir haberi her yerde satabilirdiniz. Haber ne kadar sansasyonel olursa o kadar çok para kazandırırdı. Böylece haber, kültürden tamamıyla kopmuş oldu. Artık kimin parası varsa, havada başıboş süzülen haberi yakalıyor ve daha çok para kazanmak için yaymaya başlıyor. Dolayısıyla bugün, bütünüyle farklı bir haber çağında bulunuyoruz.”

Kötü insanlar iyi gazeteci olamazlar

Kapuściński son olarak o malum ve zor “İyi gazeteci kimdir?” sorunun yanıtını da önce teknik olarak veriyor: “İyi ve kötü gazetecilik birbirinden kolayca ayırt edilir: İyi gazetecilikte olayların aktarılmasının yanı sıra onların niçin meydana geldikleri de açıklanır; kötü gazetecilikte ise sadece olaylar aktarılır, arkasında yer alan herhangi bir tarihsel ilişkiye ya da bağlama yer verilmez.” Diğer yandan olaylar karşısında tarafsız olabilmekten önce soğuk kanlı olmanın önemine dikkat çekiyor ve ruhen dayanıklı, fiziksel olarak da kaya gibi sağlam olmak gerektiğini söylüyor. Bunu açıklarken de yazının en başında değindiğimiz anonimleşmeyi göze alabilme ve mesleği bir zenginleşme aracı olarak görmeme ilkelerini temele koyuyor: “Muhabir, büyük bir bunalıma girer de önemli olaylar hakkında tek sözcük yazamazsa neye yarar? Çeçe sineğinden, kara mambadan, fillerden, amiplerden, yamyamlardan, dere ve ırmak suları yüzünden zehirlenmekten korkan; karınca kızartması yemekten çekinen; zührevi hastalık kapma ya da soyulma ve dövülme düşüncesi tüylerini diken diken eden; kenara para koyup ülkelerinde kendilerine rahat bir düzen kurmayı düşünen; Afrika’daki bir kulübede kalması mümkün olmayan ve haklarında yazı yazdığı insanları hor görenler, hiçbir zaman muhabirlik yapamazlar.” Kapuściński’nin gazetecilik mesleğine ilişkin en çarpıcı tespiti ise her şeyden önce gazetecilik yapabilmek için iyi bir insan olmanın gerekliliğine olan inancı: “Kötü insanlar iyi gazeteci olamazlar. Bu meslekte iyi bir insan demek, başkalarını anlamak, onların niyetlerini, inançlarını, ilgi alanlarını, sıkıntılarını ve acılarını anlamak demektir. Ve ilk andan itibaren onların kaderlerine ortak olmak demektir.”

Son olarak, usta gazetecinin bugün nereye doğru gittiğimizi anlamak için siyasete değil sanata bakmak önerisi, mesleğe ve dünyaya dair bakışını sarih bir şekilde özetliyor. Sanatın her zaman dünyanın ilerlediği yönü ve hazırlanmakta olduğu değişimleri önceden açık ettiğini ifade eden Kapuściński, “…bir müzeye girmek, yüz tane siyasetçi ile konuşmaktan daha faydalıdır,” diyor.

Bitirmeden, Bu İş Siniklere Göre Değil‘in devamında Kapuściński’nin foto muhabir Andrea Semlici ile uzun yıllar haber peşinde koştuğu Afrika coğrafyasına dair bir söyleşisine ve Kasım 1994’te Milano’da Linea d’Ombra dergisi tarafından düzenlenen “Görmek, Anlamak, Anlatmak: Yüzyılın Sonunda Edebiyat ve Gazetecilik” başlıklı konferans çerçevesinde John Berger ile sohbetine de ulaşabileceğinizi not edelim.

Yazar hakkında

Nida Dinçtürk

Nida Dinçtürk, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun. Geçmişte Dünya Gazetesi, TRT Türk ve Sputnik Türkiye'de editörlük ve muhabirlik yaptı. Şu an kurumsal bir televizyonda video ve içerik editörü. Aynı zamanda Milliyet Kitap Eki, Milliyet Sanat Dergisi, İyi Kitap ve gazeteduvaR mecraları için düzenli olarak kitap incelemeleri yazıp röportajlar yapmayı sürdürüyor. Ayrıca Medyapod'da Anlatsam Roman Olur adında bir kültür-sanat podcast'i yapıyor.